“Modern”
sıfatının “insan” ismi önünde yer bulması yakın bir geçmişe kadar övünülecek
bir vasıf gibi görülürdü. Uzun bir alkışı hak ettiğini düşünen modernliğin
merkezindeki insan alkış bitene kadar bitap düştüğünün farkında bile değildi. Düşük
bir ihtimalle acısını çok sonra hissedecek; yüksek bir ihtimalle ise tıpkı
ilaçlarla uyuşturulmuş bir hasta gibi bu farkındalığı hiçbir zaman
yaşamayacaktı. Alkış esnasında adeta bir sanatçı edasına kapılan modern insanın
bedeninde gitgide kabuk bağlayan ama bir türlü iyileşemeyen yıllanmış yaraların
izi vardı.
Günümüzde
modern hayatın getirdiklerinden ziyade götürdüklerinin neler olduğu hakkında konuşur
olduk. Yazılı ve görsel medyada da sık sık bu yönde haberler yer bulmaya
başladı. Bir zamanlar ünlü bir sanatçı edasına kapılan modern insan, şimdi
hayranları azalmış ve ününü kaybetmekte olan bir sanatçının ruh halini taşıyor.
Modern hayatın götürdükleri kefesinin terazide
ağır gelmesinin en önemli etkenlerinden biri; “insanların özgür olduğu zannına kapılması”
olabilir mi diye sormadan edemiyor insan. Önü sise bulanmış birinin gözünün
alabildiği yeri görememesine şaşırmamalı. Goethe’ nin iki yüzyıl önce söylediği “Özgür
olmayıp, kendini özgür sanan
kimseden başka tutsak kalmamıştır” sözü
şimdi en başköşede oturuyor. Hem de iyi ağırlandığının farkında olduğu için, uzunca bir süre yerinden kalkmaya niyeti
olmayan bir misafir gibi... Terazinin kefeleri şimdilik öylece yerinde dursun
ben bu zannın bir yanılgı olduğunu anlatmaya koyulayım.
İnsanlar
inşa edilen zindanlarda, tıpkı kafesteki kuşlar ve akvaryumdaki balıklar gibi
içinde bulundukları hali olağan karşılıyorlar. Zindanın adı tüketim çılgınlığı,
kariyer hırsı, tek tipleşme, slogancılık,
aşırı bireycilik, zaman sıkışıklığı, mekanikleşme, ruhsuzlaşma, insan
ilişkilerinin körelmesi, kalabalıklar içindeki yalnızlaşma, mahremiyetin ve
hatta masumiyetin yitirilişi… Uzun cümleler yorgunluk vermese üç noktanın
başladığı yerden sayfa sonuna kadar bu cümleye molasız yol aldırmak isterdim. “Nokta
esas gerisi teferruattır” düşüncesi de bu isteğimi bastırmamda etkili
oldu.
Bir insan düşünün. Beşiz ya da altız
günün kodlanmış programından sabah saat kaçta uyanacağı komutunu aldıktan sonra
işine doğru yola çıkar. Çocuklar okula; yetişkinler
de fabrikalarına, dükkânlarına, ofislerine koşuşturmaktadır. Bu kalabalığa bir
anket yapılsa herhalde çoğu kişi stresli bir hal içinde olduğunu ifade eder. O an
insan ve araba selinin bastığı sokaklarda seldeki bir damla gibidir. Şanslıysa
güzergâhında deniz vardır. Bilirsiniz, sabahları denizin parlaklığı bir çarşaf
gibi denize yansır. Ama muhtemelen o bunu göremez; çünkü zihni daha somut ve kendince
önemli gördüğü meseleleri çözmekle meşguldür. Bir zaman kaybıdır belki de ona
göre denizin güzelliği üzerine düşünmek.
Meselelerini çözemeden yolculuk
çoktan bitmiş ve mesai başlamıştır oysa. Aldığı komutla dün yaptığı işi bugün
de aynı şekilde tamamlar. Bugünün hakkını yemeyelim, bir önceki günden farklı
bir tarafı vardır elbet. O da kendisi için belirli saatler arasında verilen
öğle yemeği arasında değişik bir yemek menüsü ile karşılaşmasıdır. Eve dönüş yolunda
yine sele karışır. Ama bu sefer seldeki yorgun ve bitkin bir damladır. Aniden
bastıran yağmur da huzur ve heyecan gibi duygular vermez. Çünkü yağmurla ilgili
hafızasında kalan şey trafiğin arapsaçına çevrilmesidir.
Eve gitmeden kendisini süpermarket olarak
adlandırılan yerde bulur. Kendi işini kendin yap mantığının hâkim olduğu bu
yerde sepetini var gücüyle doldurmakta kararlıdır. Bu öyle bir hâkimiyettir ki;
merdivende takılan sepetin çekilebilmesi
için birinden yardım istemek zorunda kalınsa bile, kimse kimsenin yüzüne bakmadığından bir göz
işareti yapıp bu yardımı isteyebilmek imkân dışıdır. Bir zamanların bakkal
amcalarını da eritip yok eden marketteki muhabbet kasadaki görevlinin “şifre
lütfen” sözü ile sınırlı kalmaktadır.
Tüm bunları yalnızca birkaç tıklama ile internet
üzerinden de yapabileceği pişmanlığı ile eve geldiğinde, haftanın beş günü için
günde iki taneden az olmamak üzere geçmiş yıllardaki tecrübelerinden de
faydalanarak ayrı ayrı belirlediği, özellikle
dizi ve magazin kulvarındaki programların ilki başlamak üzeredir. Kendi tercihi
olduğunu zannettiği bu seçimler toplumdaki genel geçer beğeni ölçütleri ile de
birebir paralellik içerisindedir. Üç dört saat boyunca gözler ekrana kitlenir,
adeta hipnoz olunur. Kendi icad ettiği
küçücük bir aletin esareti altına kolaylıkla girebilen ve onun hayatını,
zamanını kumanda etmesine izin verebilen insan teselliyi Cemil Meriç’in deyimiyle, “arada bir kabak çekirdeği nev’inden bilgi
kırıntılarında” bulacaktır. Ancak bu aldatıcı bir tesellidir.
Uyumadan
önce son olarak sosyal medya ile buluşup; önceki haftadan kalma albüm
yüklemelerini bir çırpıda tamamlar. Doğum, mezuniyet, açılış toplantıları, nişan,
düğün gibi tüm hadiselerin günlük takibini yapar. Bunların çoğuna ayıracak bir
vakti olmadığı düşüncesiyle “beğen
butonu” ile farklı bir yoldan katılım
sağlamaya çalışır. Oysa ki; internette harcadığı saatler etkinliklere
katılsaydı şayet harcayacağı vakitten açık ara öndedir. Bir anda bastıran uyku
öncesi yorgunluk kendi hadiselerini paylaşmaya imkân vermese de, inanın o da
ilk sıradaki yerini alacaktır bir sonraki gün. Bu bağımlılığı
herhalde en iyi şekilde, özgürlüğü bir tür “engellenmemiş ve zorlanmamış” olma durumu
olarak tanımlayanlar açıklar.
Cumartesi, evine en
yakın kapalı alışveriş merkezine uğrar ve son bir haftada telefonuna gelen
reklam mesajlarının da etkisiyle haberdar olduğu yeni ürünlere yönelir. Bu
yöneliş gereksinimlerini karşılamak amacından tamamen uzaktır. Tükettikçe kendisini daima daha değerli hissedecek
ve bu his diğer insanların aldığı “şeylerin” değeri ölçüsünde kendisine kıymet
verdiği önyargısını da destekleyecektir. En ilginç olanı ise, zaman kavramının eriyip
gittiği bu yerde ruhu kaybolup giderken o hiçbir ayrılık acısı duymayacaktır. Son
limitleri de zorlanan kredi kartlarından aldığı güçle, modaya uygun olması
gereken yeni ihtiyaçların tespitiyle bu mekânı terk ederken, esas ihtiyacı olan
“şeyin” ne olduğunu düşünmeyecektir bile.
Bu cümleden sonra biraz alakasız
gelebilir, ama aklıma takılan şu soruyu sormadan geçemeyeceğim: “Giysilerinin
rengini, saçının boyunu, ayakkabısının topuğunun yüksekliğini, evinin
perdesinin desenini, koltuğunun şeklini bile modanın belirlediği modern insan sonraki
kuşaklar tarafından biraz demode bulunacak mıdır acaba?” Ne dersiniz?
Günümüzde, iş ve iş dışı olarak çok keskin
çizgilerle ikiye ayrılan yaşam alanının iş dışı bölümü büyük oranda tüketim
odaklıdır. Kalan bölümünün ise popüler kültürün emrine amade olduğunu söylemek
mübalağa olmaz. Bu yüzden, alışverişten hemen sonra uzun süredir gitmeyi
planladığı tiyatroya, müzeye ve sergiye değil de; popüler kültürün etki ettiği
film ya da diğer etkinliklerden birine yönelmesi hiç şaşırtıcı değildir. Kabul
edelim ki, artık popüler kültürün istediği şekilde var olan ve giderek tek tip
halini almış bir insan manzarası var karşımızda. O da hepimiz gibi küçücük de
olsa bütünleyen bir parçası bu manzaranın…
Pazar günü, kısa süreli de olsa çıktığı doğa
gezisi hiç susmayan iş telefonlarının da etkisiyle hemen sona erer. Bu kısa
süre de her anı fotoğraf karesine oradan da internete aktarma girişimleri ile
geçer. Anneannesi orada olsa ne zaman nerede olduğu, orada ne yaptığı ve ne
yediği gibi şeyleri tanıdığı ve tanımadığı bir sürü insanla paylaşma gayretine eminim
bir türlü anlam veremezdi. Biraz sert bir tabirle bırakın iş dışındaki alanını
serbestçe belirlemeyi; bir manzaranın, güzel bir anın dahi tadını çıkarma
özgürlüğü çatır çatır elinden alınmış bir insandır o… Ne kadar acı ki; bir
zamanlar en özel dostlara açılan sırlar ve büyüklerimizin özenle sakladığı albümler
şimdi hiç çekinmeden internette binlerle paylaşılmakta ve birçok insan gibi o
da bundan sahte bir hoşnutluk duymaktadır.
Gündelik yaşamı bu şekilde geçen bu insan tahmin
edersiniz ki; ömrünün kalan zamanında daha çok güç, para, mevki, irade, şan ve
şöhret sahibi olmak gibi gayelerle daima çok çalışacaktır. Bunların kötü şeyler
olduğunu hiçbirimiz iddia edemeyiz. Kötü olan, onun yaşamının cümlesini kurarken öznenin yerine
“amaçları”; nesnenin yerine ise “araçları” yerleştirmesi gerektiğini bir türlü idrak
edememesidir. Nesneler öznenin yerinde boynu bükük bir şekilde dururken, bu
cümleyi kuran giderek zirveleşen benlik duygusu ile sahip olduklarının
niceliğince başını dikleştirmekte kararlıdır. Oysa, bir başakta ne kadar çok buğday tanesi varsa başını o kadar aşağı eğer. Bu
başağın tartışılmaz bir niteliğidir. Başak
ne kadar özgürse kendi duygularının kölesi olmaktan kurtulamayan insan o kadar
esir…
Modern insanın, can alıcı bir özelliği de
yaşamına dair sonraki kuşaklara aktarabileceği sözel bir anlatısının
olmamasıdır. Çünkü o, düşünmeye fazla zamanı olmadığı için, sıklıkla Agamben’ in
“deneyimini
yitirmiş bir insanlığın atasözüdür” dediği sloganlara sarılmayı tercih eder.
Sloganlara sarıldıkça üşür, fakat giderek hissizleştiğinden üşüdüğünü fark
edemez. En önemlisi de, üstünü örtecek bir gücün hasretiyle tutuşan ruhunun
özlemini duyamaz.
Son olarak, modern insanın günümüzde yalnızlık
ve bunalımlar içerisinde yaşadığını söylüyorlar. Bense “keşke biraz yalnız
kalabilseydi” diyorum. O sürekli bir yere, bir şeye ve birine doğru koşuşturma telaşıyla
bir türlü kendi kendisiyle baş başa kalamamaktadır. Şeyh Galip’ in “Hoşça
bak zatına kim zübde-i
âlemsin sen merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Kendine iyice bir
bak ki; âlemin özüsün sen)” mısrasında muhatap kılınan insan,
en önemli değeri “kendisini” ihmal ettiğinin farkında değildir. Oysa asıl özgürlük
insanın özünü özlemesi ile başlar. Kendi kendisini keşfetmesi, bilmesi ve
bulması ile devam eder. Bu mühim bir dönüm noktasıdır. Zirveye de işte tam bu
yoldan çıkılır…
İnsan
sonsuz bir kervanın içindedir. Özgürlüğü, “istediği şeyi yapmak” kadar dar bir kalıpta anlamlandıran
biri bu kervanın henüz çok uzağındadır.
Bir kervan ki zirvede konaklar... Bir
zirve ki hep yağmuru ağırlar… Bir yağmur ki kendisini damla bilir… Damla kor,
kül, kul ve deniz… Uçsuz bucaksız kıyısız hür bir denizdir…
Söylenecek çok şey var. Fakat, vakit
sükut etme ve bir damlada dem tutma vaktidir, şimdi.
Kervana
misafir olan gözler şahit. Özgürlük özün gürlemesidir. Terazinin kefelerini
ıslatan yağmur şahit. Özgürlük özün gürlemesidir.
Yazan: Vildan ŞİMŞEK
İdeal Hukuk Dergisinin 10. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder