Akis...

Akis...
Fotoğraf: Vildan ŞİMŞEK

20 Ekim 2013 Pazar

MODERN İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ


                        

 MODERN İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ YA DA BİR ÖZGÜRÜN GÜNCESİ
                                                                                                                              

  “Modern” sıfatının “insan” ismi önünde yer bulması yakın bir geçmişe kadar övünülecek bir vasıf gibi görülürdü. Uzun bir alkışı hak ettiğini düşünen modernliğin merkezindeki insan alkış bitene kadar bitap düştüğünün farkında bile değildi. Düşük bir ihtimalle acısını çok sonra hissedecek; yüksek bir ihtimalle ise tıpkı ilaçlarla uyuşturulmuş bir hasta gibi bu farkındalığı hiçbir zaman yaşamayacaktı. Alkış esnasında adeta bir sanatçı edasına kapılan modern insanın bedeninde gitgide kabuk bağlayan ama bir türlü iyileşemeyen yıllanmış yaraların izi vardı.

    Günümüzde modern hayatın getirdiklerinden ziyade götürdüklerinin neler olduğu hakkında konuşur olduk. Yazılı ve görsel medyada da sık sık bu yönde haberler yer bulmaya başladı. Bir zamanlar ünlü bir sanatçı edasına kapılan modern insan, şimdi hayranları azalmış ve ününü kaybetmekte olan bir sanatçının ruh halini taşıyor.

    Modern hayatın götürdükleri kefesinin terazide ağır gelmesinin en önemli etkenlerinden biri;  “insanların özgür olduğu zannına kapılması” olabilir mi diye sormadan edemiyor insan. Önü sise bulanmış birinin gözünün alabildiği yeri görememesine şaşırmamalı. Goethe’ nin iki yüzyıl önce söylediği Özgür olmayıp, kendini özgür sanan kimseden başka tutsak kalmamıştır sözü şimdi en başköşede oturuyor. Hem de iyi ağırlandığının farkında olduğu için,  uzunca bir süre yerinden kalkmaya niyeti olmayan bir misafir gibi... Terazinin kefeleri şimdilik öylece yerinde dursun ben bu zannın bir yanılgı olduğunu anlatmaya koyulayım.

                İnsanlar inşa edilen zindanlarda, tıpkı kafesteki kuşlar ve akvaryumdaki balıklar gibi içinde bulundukları hali olağan karşılıyorlar. Zindanın adı tüketim çılgınlığı, kariyer hırsı,  tek tipleşme, slogancılık, aşırı bireycilik, zaman sıkışıklığı, mekanikleşme, ruhsuzlaşma, insan ilişkilerinin körelmesi, kalabalıklar içindeki yalnızlaşma, mahremiyetin ve hatta masumiyetin yitirilişi… Uzun cümleler yorgunluk vermese üç noktanın başladığı yerden sayfa sonuna kadar bu cümleye molasız yol aldırmak isterdim. Nokta esas gerisi teferruattır düşüncesi de bu isteğimi bastırmamda etkili oldu.

                Bir insan düşünün. Beşiz ya da altız günün kodlanmış programından sabah saat kaçta uyanacağı komutunu aldıktan sonra işine doğru yola çıkar. Çocuklar okula;  yetişkinler de fabrikalarına, dükkânlarına, ofislerine koşuşturmaktadır. Bu kalabalığa bir anket yapılsa herhalde çoğu kişi stresli bir hal içinde olduğunu ifade eder. O an insan ve araba selinin bastığı sokaklarda seldeki bir damla gibidir. Şanslıysa güzergâhında deniz vardır. Bilirsiniz, sabahları denizin parlaklığı bir çarşaf gibi denize yansır. Ama muhtemelen o bunu göremez; çünkü zihni daha somut ve kendince önemli gördüğü meseleleri çözmekle meşguldür. Bir zaman kaybıdır belki de ona göre denizin güzelliği üzerine düşünmek.

              Meselelerini çözemeden yolculuk çoktan bitmiş ve mesai başlamıştır oysa. Aldığı komutla dün yaptığı işi bugün de aynı şekilde tamamlar. Bugünün hakkını yemeyelim, bir önceki günden farklı bir tarafı vardır elbet. O da kendisi için belirli saatler arasında verilen öğle yemeği arasında değişik bir yemek menüsü ile karşılaşmasıdır. Eve dönüş yolunda yine sele karışır. Ama bu sefer seldeki yorgun ve bitkin bir damladır. Aniden bastıran yağmur da huzur ve heyecan gibi duygular vermez. Çünkü yağmurla ilgili hafızasında kalan şey trafiğin arapsaçına çevrilmesidir.

            Eve gitmeden kendisini süpermarket olarak adlandırılan yerde bulur. Kendi işini kendin yap mantığının hâkim olduğu bu yerde sepetini var gücüyle doldurmakta kararlıdır. Bu öyle bir hâkimiyettir ki;  merdivende takılan sepetin çekilebilmesi için birinden yardım istemek zorunda kalınsa bile,   kimse kimsenin yüzüne bakmadığından bir göz işareti yapıp bu yardımı isteyebilmek imkân dışıdır. Bir zamanların bakkal amcalarını da eritip yok eden marketteki muhabbet kasadaki görevlinin “şifre lütfen” sözü ile sınırlı kalmaktadır.

            Tüm bunları yalnızca birkaç tıklama ile internet üzerinden de yapabileceği pişmanlığı ile eve geldiğinde, haftanın beş günü için günde iki taneden az olmamak üzere geçmiş yıllardaki tecrübelerinden de faydalanarak ayrı ayrı belirlediği,  özellikle dizi ve magazin kulvarındaki programların ilki başlamak üzeredir. Kendi tercihi olduğunu zannettiği bu seçimler toplumdaki genel geçer beğeni ölçütleri ile de birebir paralellik içerisindedir. Üç dört saat boyunca gözler ekrana kitlenir, adeta hipnoz olunur.  Kendi icad ettiği küçücük bir aletin esareti altına kolaylıkla girebilen ve onun hayatını, zamanını kumanda etmesine izin verebilen insan teselliyi Cemil Meriç’in deyimiyle, “arada bir kabak çekirdeği nev’inden bilgi kırıntılarında” bulacaktır. Ancak bu aldatıcı bir tesellidir.

      Uyumadan önce son olarak sosyal medya ile buluşup; önceki haftadan kalma albüm yüklemelerini bir çırpıda tamamlar. Doğum, mezuniyet, açılış toplantıları, nişan, düğün gibi tüm hadiselerin günlük takibini yapar. Bunların çoğuna ayıracak bir vakti olmadığı düşüncesiyle beğen butonu ile farklı bir yoldan katılım sağlamaya çalışır. Oysa ki; internette harcadığı saatler etkinliklere katılsaydı şayet harcayacağı vakitten açık ara öndedir. Bir anda bastıran uyku öncesi yorgunluk kendi hadiselerini paylaşmaya imkân vermese de, inanın o da ilk sıradaki yerini alacaktır bir sonraki gün. Bu bağımlılığı herhalde en iyi şekilde, özgürlüğü bir tür “engellenmemiş ve zorlanmamış” olma durumu olarak tanımlayanlar açıklar.

             Cumartesi, evine en yakın kapalı alışveriş merkezine uğrar ve son bir haftada telefonuna gelen reklam mesajlarının da etkisiyle haberdar olduğu yeni ürünlere yönelir. Bu yöneliş gereksinimlerini karşılamak amacından tamamen uzaktır.  Tükettikçe kendisini daima daha değerli hissedecek ve bu his diğer insanların aldığı “şeylerin” değeri ölçüsünde kendisine kıymet verdiği önyargısını da destekleyecektir. En ilginç olanı ise, zaman kavramının eriyip gittiği bu yerde ruhu kaybolup giderken o hiçbir ayrılık acısı duymayacaktır. Son limitleri de zorlanan kredi kartlarından aldığı güçle, modaya uygun olması gereken yeni ihtiyaçların tespitiyle bu mekânı terk ederken, esas ihtiyacı olan “şeyin” ne olduğunu düşünmeyecektir bile.

               Bu cümleden sonra biraz alakasız gelebilir, ama aklıma takılan şu soruyu sormadan geçemeyeceğim: “Giysilerinin rengini, saçının boyunu, ayakkabısının topuğunun yüksekliğini, evinin perdesinin desenini, koltuğunun şeklini bile modanın belirlediği modern insan sonraki kuşaklar tarafından biraz demode bulunacak mıdır acaba?” Ne dersiniz?

             Günümüzde, iş ve iş dışı olarak çok keskin çizgilerle ikiye ayrılan yaşam alanının iş dışı bölümü büyük oranda tüketim odaklıdır. Kalan bölümünün ise popüler kültürün emrine amade olduğunu söylemek mübalağa olmaz. Bu yüzden, alışverişten hemen sonra uzun süredir gitmeyi planladığı tiyatroya, müzeye ve sergiye değil de; popüler kültürün etki ettiği film ya da diğer etkinliklerden birine yönelmesi hiç şaşırtıcı değildir. Kabul edelim ki, artık popüler kültürün istediği şekilde var olan ve giderek tek tip halini almış bir insan manzarası var karşımızda. O da hepimiz gibi küçücük de olsa bütünleyen bir parçası bu manzaranın…

              Pazar günü, kısa süreli de olsa çıktığı doğa gezisi hiç susmayan iş telefonlarının da etkisiyle hemen sona erer. Bu kısa süre de her anı fotoğraf karesine oradan da internete aktarma girişimleri ile geçer. Anneannesi orada olsa ne zaman nerede olduğu, orada ne yaptığı ve ne yediği gibi şeyleri tanıdığı ve tanımadığı bir sürü insanla paylaşma gayretine eminim bir türlü anlam veremezdi. Biraz sert bir tabirle bırakın iş dışındaki alanını serbestçe belirlemeyi; bir manzaranın, güzel bir anın dahi tadını çıkarma özgürlüğü çatır çatır elinden alınmış bir insandır o…  Ne kadar acı ki; bir zamanlar en özel dostlara açılan sırlar ve büyüklerimizin özenle sakladığı albümler şimdi hiç çekinmeden internette binlerle paylaşılmakta ve birçok insan gibi o da bundan sahte bir hoşnutluk duymaktadır.

           Gündelik yaşamı bu şekilde geçen bu insan tahmin edersiniz ki; ömrünün kalan zamanında daha çok güç, para, mevki, irade, şan ve şöhret sahibi olmak gibi gayelerle daima çok çalışacaktır. Bunların kötü şeyler olduğunu hiçbirimiz iddia edemeyiz. Kötü olan,  onun yaşamının cümlesini kurarken öznenin yerine “amaçları”; nesnenin yerine ise “araçları” yerleştirmesi gerektiğini bir türlü idrak edememesidir. Nesneler öznenin yerinde boynu bükük bir şekilde dururken, bu cümleyi kuran giderek zirveleşen benlik duygusu ile sahip olduklarının niceliğince başını dikleştirmekte kararlıdır. Oysa, bir başakta ne kadar çok buğday tanesi varsa başını o kadar aşağı eğer. Bu başağın tartışılmaz bir niteliğidir.  Başak ne kadar özgürse kendi duygularının kölesi olmaktan kurtulamayan insan o kadar esir…  

             Modern insanın, can alıcı bir özelliği de yaşamına dair sonraki kuşaklara aktarabileceği sözel bir anlatısının olmamasıdır. Çünkü o, düşünmeye fazla zamanı olmadığı için, sıklıkla Agamben’ in “deneyimini yitirmiş bir insanlığın atasözüdür” dediği sloganlara sarılmayı tercih eder. Sloganlara sarıldıkça üşür, fakat giderek hissizleştiğinden üşüdüğünü fark edemez. En önemlisi de, üstünü örtecek bir gücün hasretiyle tutuşan ruhunun özlemini duyamaz.

            Son olarak, modern insanın günümüzde yalnızlık ve bunalımlar içerisinde yaşadığını söylüyorlar. Bense “keşke biraz yalnız kalabilseydi” diyorum. O sürekli bir yere, bir şeye ve birine doğru koşuşturma telaşıyla bir türlü kendi kendisiyle baş başa kalamamaktadır. Şeyh Galip’ in “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen (Kendine iyice bir bak ki; âlemin özüsün sen)  mısrasında muhatap kılınan insan, en önemli değeri “kendisini” ihmal ettiğinin farkında değildir. Oysa asıl özgürlük insanın özünü özlemesi ile başlar. Kendi kendisini keşfetmesi, bilmesi ve bulması ile devam eder. Bu mühim bir dönüm noktasıdır. Zirveye de işte tam bu yoldan çıkılır…

            İnsan sonsuz bir kervanın içindedir. Özgürlüğü,  “istediği şeyi yapmak” kadar dar bir kalıpta anlamlandıran biri bu kervanın henüz çok uzağındadır.

            Bir kervan ki zirvede konaklar... Bir zirve ki hep yağmuru ağırlar… Bir yağmur ki kendisini damla bilir… Damla kor, kül, kul ve deniz… Uçsuz bucaksız kıyısız hür bir denizdir…

             Söylenecek çok şey var. Fakat, vakit sükut etme ve bir damlada dem tutma vaktidir, şimdi.

             Kervana misafir olan gözler şahit. Özgürlük özün gürlemesidir. Terazinin kefelerini ıslatan yağmur şahit. Özgürlük özün gürlemesidir.
 
Yazan: Vildan ŞİMŞEK
İdeal Hukuk Dergisinin 10. sayısında yayınlanmıştır.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder