Akis...

Akis...
Fotoğraf: Vildan ŞİMŞEK

15 Haziran 2014 Pazar

BİR ŞEHRİN GÜNLÜĞÜNDEN


                                                                                                                 
                     Kış düştü şehre bugün. Ve ben şairin: “Doyamazdım bir yaprakta biriken canı düşünmeye”  dizesiyle veda ettim sonbahara.  Yüzyıllardır kaç mevsim gelip geçmiştir de bu şehirden eminim hiçbiri sonbahar kadar onu anlamamıştır. Çünkü benzer acıları yaşayanlar arasında görünmez ama kuvvetli bir bağ vardır. Bu bağ bir mevsim ve bir şehir arasında öylece durur da onları birbirine tanınır kılmaz mı? Acılarla yanan şehir, bir yağmur bulutunun gölgesinde değil de nerede biraz olsun dinlenerek serinleyebilir?  O hazan mevsiminden başka hangi mevsimin renkleriyle örtünerek bu halini perdeleyebilir? Sustuklarını kime nasıl dinletebilir? Biz insanlar, sonbahar ile kalpten kalbe konuşan şehrin bu mevsimde hep sükût ettiği zannına kapılırız.  Şehirse anlaşılmayı beklemeden usulca fısıldar sonbahar nazarında bize hitaben kurduğu ilk ve son cümleyi: “Bu bilgi değil bir haldir ve hali ancak yaşayan bilir.”       
                   Ben, mevzubahis diğer mevsimlerken bile sonbaharı ve onun şehir ile olan muhabbetini anmadan geçemeyen bir sonbahar çocuğuyum. Bu halimden sıyrılmak için küçük bir kız çocuğunu ayları sayarken uzaktan seyrettim. Onun parmak uçlarındaki heyecanının şehrin hüznü ile kesiştiği yerde kardan başka hiçbir şeyin bu kadar kendinden emin bir şekilde yükselebildiğini görmedim. Anladım ki; sonbahar ne kadar bilmeyi istemenin mevsimiyse; kış o kadar bilinmeyi istemenin mevsimi.
                  Şehir şimdi bizim de bildiğimiz bir dille dillenecek… Canına can, yoluna yoldaş bildiklerine değil de, hiç tanımadığı birine bütün hayatını bir çırpıda anlatıveren insanlar gördüm ben… Zerre-i miskal kadar iç dökümünü siz çok görmeyin şehre… Gözümdeki sürmenin akmasından bildim. Kışın şeffaf örtüsünden gördüm şehrim ağlıyor. Bu ezelden elverilene bir sadakatsizlik değil; küçücük bir sabır taşımıdır. Zerre-i miskal kadar iç dökümünü çok görmeyin şehre:

                                “O’nun adıyla başlamalı her şeye. Sükûtun bitişi, kelamın başlangıcı O’nun adıyla olsun…
                                  İnsan nisyana müpteladır, unutkandır. Bir hafızanın yitirilmesi ise adları unutmakla başlar. Kim bilir, belki de budur ilk başta bana verilen adların unutulma sebebi. Hatırlatmaya mecal bulamayan bana, kelama başlarken sıfatlarımı da yaşatacak yeni bir ad lazım şimdi. Bilirsiniz, O hüzünlü kalpleri sever. Ben de bir incelik yapar, hüzün koyarım adımı. Ben şehri hüzün. Ademe diyar olan mekân ve ev kılınan, ölümler susan, mezarlar barındıran, insan gözünde muazzam büyüklükte sonsuzlukta ise küçücük bir zerre olan şehir…  Güneş, ay ve yıldızlar kervanı… Tarih, kültür, ilim taşıyıcısı… Mana ve maneviyat bekçisi… Tepeler, surlar, kaleler, çeşmeler, saraylar, mabetler, meydanlar, köprüler yüklenicisi… İçinden sular geçen,  alevler yükselen,  tebessümü deniz, özlemi toprak,  acısı kül kokan şehir… 
                                Günler ömrün sayfalarıdır. Benim de bir sabahım, akşamım ve gecem var. Yeni adımla başlayan ilk günün sabahındayım. Yağan kar değil; tıpkı bir sel gibi sokaklarımı basan kalabalıkların yalnızlığı beni üşütüyor. Bugün toplumun haleti ruhiyesinin bozukluğunu mevsim değişikliğinin dahi farkına varamayan insan sayısının çokluğundan anlıyorum. Bu artık sayısını dahi unuttuğum anlama biçimlerimden sadece birisi. İnsanlar iklimle özdeşleşmek ister gibi donuk, durgun ve dalgın. Bana, ona ama en çok da kendine dargın. Buna rağmen bir şehre malik olmayı isteyebilecek kadar hayal güçleri geniş. Çok azı kendisine malik olmak hususunda talepkâr. Keşke insan demek şehir demek olmasaydı. Keşke bir insan “içimde bütün sokakları kesişen şehir ben artık sen olmuşum” demeseydi. Canım ah canım nasıl da acıyor! Istırabımın sesini en iyi duyduğum yerlerden biri herhalde Erdem Beyazıt’ın şu dizeleridir: “Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın/Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle.” 

                               Şehir havasının insanı özgürleştirdiğini söylüyorlar. Bense parmakları iradesiz kasıldıkça ellerini açamayanlar gibi,  kentleştirildikçe soluk alınamaz bir mekân haline bürünüyorum. İnsanlar avuçlarımda giderek boğuluyor. Lügatlerde aynı anlamda yazılsa da kent ve şehir;  birinin özgürleştirdiği diğerinin köleleştirdiği kesin. Tanpınar’ın tarifine göre ise biri inşa eden taraf, diğeri imha. Ve imha edilen ne varsa nicelikten çok niteliğin,  maddeden çok mananın kapsama alanında. Dünya insanı kendini önce tutsak, sonra da yok ederek, şehirler büyüttüğünü mü zannediyor?
                                Yeni adımla başlayan günün öğlen saatlerindeyim. Dumanı tüten bir çay sohbetinde renklerin dili konuşuluyor.  Her insanın bir rengi olduğunu öğreniyorum. Her renginse ayrı bir güzelliği, manası ve dili. Yeşili, mavisi, kahverengisi, moru, alı pembesi… Ya benim rengim hangisi? Beton yığınları, trafiğin tüten dumanı ve külle boyanmış bir şehir için griden başka bir renk mevzubahis yapılamaz. Gri tereddütün, arada kalmışlığın,  yoksunluğun rengi. İdama mahkûm edilen şehirlere son anlarında giydirilen yegâne renk. Suçsuz yere infaz edilen bir şehir hesap soramasa da soru sorma hakkına haiz olmalı. Ne olur cevap verin. Nerede benim siyah örtülü turkuaz günlerim?
                                 Benim geçmişim uyuyan bir güzeldir. Bazen bir ressamın fırçasında canlanır. Bazen bir yüreğin akıntısına kapılıp, edebiyatın kıyısına sürüklenir. Sahnenin flu ışıkları ardına gizlenip, notalarda saklanır. Geçmişim uyuyan bir devdir. Onu uyutanlara da uyanmasını istemeyenlere de kırgınım. Ama inanıyorum ki;  tüm aksini düşünenlere ve korkanlara inat,  biz ölmeden önce uyanacağız,  tekrar dirileceğiz.  Bir gün baştanbaşa gülistan olacağız. Ah benim kış güneşi gibi bazen beni bile şaşırtan ümit varlığım!
                               İkindi vaktindeyim. Hiçbir şeyin uyumadığı bu vakitte bütün yitirilmiş ümitlerim ve acabalarıma rağmen yine kaybolan senfonimi duymak için çabalıyorum. Ne Nihavend,  kalmış ne Hüzzam; ne de Segâh, Rast, Acemaşiran… Tek duyabildiğim yabancı sesler buğusu altındaki uyumsuzluklar korosu…  Gökdelenler, stadyumlar, bankalar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri… Hepsi de bu koronun daimi bir üyesi. Ne zaman içimdeki sesler uzlete çekilse, bu koronun sesi giderek yükseliyor. Anladım ki sesimin siluetini dahi bulamazken bir senfoni aramak beyhude bir çabaymış. Kendi kalp atışlarımı dahi duyamazken insanların beni duymasını beklemekse bir hayalperestlik.
                               Akşam saatlerine doğru serinlik etkisini giderek arttırıyor. Sokaklarımda sessiz kaçışlar ve çığlıklar var. Her köşemde ise ayrı yakıcı bir hikâye. Benim için flaşlar patlıyor; fotoğraflarım en güzel şehir manzaraları başlığı altında paylaşılıyor. Oysa acının, öfkenin ve korkunun birleştiği nice anlar biriktirdim ben. Keşke bu anların fotoğrafını çekmeleri mümkün olabilseydi. Yıllarca sebepsiz kıyılan canların harcanan taptaze ömürlerin yasını tuttum ben. Keşke feryadımı biraz olsun duyabilselerdi.          
                               Kente Meryem misali, kutsal bir çocuk doğurur gibi girer Sezai Karakoç’un akşamı. Masumdur, ürkektir, tertemizdir. Öyle ki kötülükler yok edecek güçtedir.  Bundandır her gün ayrı bir heyecanla karartılan yüzümü aydınlatacak bir akşam vaktinin yolunu gözleyişim. Bugün de gün akşam oldu. Işıklar yandı. Perdeler çekildi. Ama ben yine aynı ben.  Hiçbir günahı olmadığı halde kendisine karşı işlenmiş günahların ağırlığı altında ezilen ben. Yayılan günahların kokusunu toprağın, denizin ve de kış çiçeği kardelenin bile bastıramadığı anlarda kaçacak hiçbir yer bulamayan ben… Sanki iki ucu yine bana açılan bir tünele hapsedilmiş gibiyim. Ah benim görünmeyen çaresizliğim. Düşündüm de,  kendilerini bağlayan modern zincirleri kırmak konusunda çekimser olan insanlar nazargahı ilahi olan kalbi kırmak konusunda ne kadar cesurlar. Yoksa şehrin de bir kalbi olduğunu bilmiyorlar mı?
                              Şehirler medeniyetin çiçeklerinin açtığı yerler olarak bilinir. Medeniyetin çiçekleri ise sevgi ve hoşgörü ile filizlenir. Bir zamanlar böyle bir medeniyetin beşiğiyken, şimdi çağdaşlaşma başlığı altında insanları tabakalaştırma ve sınıflandırma projelerinin zemini olarak kullanılmaktayım. Sadece madde itibariyle var edilmeye çalışılan manevi değerlerden yoksun bir yapı haline dönüştürülmek isteniyorum. Kalbe ve ruha hitap etmeyen bir nefis medeniyeti yavaş yavaş hücrelerime işleniyor.  Tüm bunları kaybeden bir şehir dünyayı kazansa ne olur?
                             Sonunda gecedeyim. Gece kendini uykunun kucağına bırakanların değil; uyanık kalanların uğrayabileceği bir durak. Uyanıklıktan uyanıklığa ise fark var. Nice kötüler gördüm geceye kara gece diye nam saldıran.  Nice aşıklar tanıdım feryadıyla geceyi bile uyandıran… Ben ne kötülerle bir olabilir ne de aşıklara yetişebilirim. Sadece gökyüzünü seyre dalabilmek için gecenin nöbetini tutanlara arkadaşlık edebilirim.
                          Gecenin yıldızları sema ehlinin bile övdüğü Ümmetin Yıldızlarını hatırlatan mukaddeslerdir.  Onlar ki kâinat şehrine verilen en güzel hediyelerden biridir.   Bu nedenle gecenin parlayan yıldızları görebilmekle anlam ve derinlik kazandığını düşünüyorum. Ancak etkisini bu saatlerde daha da arttıran ışık kirliliği yıldızları adeta görünmez kılıyor. “Sahi Kâinat bir şehirse ben neyim? Yıldızları neden feda ettiniz?”  Ben her gece aklımda böyle cevapsız kalmış sorularla ışıklar sönene kadar katlanarak büyüyorum. Oysa benim büyümeye değil; küçülmeye ihtiyacım var. Kalbinizle cevaplayın beni belki biraz küçülürüm.
                            Düşündüm de sessizlik bir şehir için artık ne kadar da yabancı bir kelime. Sessizlik bir yorgan gibi üstüme çekilse, herhalde gecenin nöbetini tutmaktan vazgeçip Necip Fazıl’ın şu mısralarına kıvrılarak uyumak isterdim: “İki yıldız arası göğe asılı hamak.../Uyku, uyku... Zamansız ve mekânsız, uyumak”.  Her uykunun bir de uyanışı vardır elbet. Şehirler de uyur ve uyanır. Bir gün uyanacaksam şayet tıpkı Asbah’ ı Kehf gibi geçmiş olan zamanın farkında olmadan uyanmak ve bana yaşatılanları hiç hatırlamamak isterdim.
                           Sabrım sığınağımdır. Ashabı-ı Kehf nasıl sığındıysa mağaraya, ben de bana kol kanat geren sabra öyle sığındım. Âdemoğlu’ nun aksine benim sabrımın mükâfatı yoktur. Ne cennete girebilir, ne kimsenin cenneti olabilirim.  "Reyyan" nehri üzerine kurulan mercandan şehirlere karışamam. İnciden sarayları, kırmızı yakuttan konakları, yeşil zebercetten evleri göremem.  Dağları taşları titreten şu müjde de bana verilmemiştir:  “O sabredenlerle beraberdir”.  Lakin Fuzuli der ki: “Hayâliyle tesellidir gönül meyl-i visâl etmez; gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez…” Bana da gönlümdeki bu mana yeter.” 
                                                          …………..
                                                
                  Şehir kış boyunca her gün yılların birikimiyle soluk almadan uzun uzun konuştu. Her gün önceki günden farklı bir şeyler söyledi, hiç tekrara düşmedi. Herkesin bildiği bir dille dillenmesine rağmen yeterince anlaşılamadığı düşüncesiyle onun hayal kırıklığına uğradığı zannına kapılabilirsiniz. Ancak, ne kadar konuşursa konuşsun, anlattıklarının herkesin anlayabileceği kadar olduğu gerçeğini, o asırlar öncesinden biliyordu. Kışın yerini bahara bırakmasıyla, şehir kendini yine sükûtun sularına attı. Şimdi ise vuslatın kıyısında hazan mevsiminin yolunu gözlüyor…

                   Benim şehrim ezelden yazılmış bir şiirin kafiyesine eştir ve ancak bir sonbahar vakti şairinin mısralarında kafiye tutturabilir. Mısralar, tıpkı sular gibi toprağından uzak kaldığı müddetçe başka mecralara eksiklik akıtmaya mahkûmdur. Bu akıntıda ıslanan her mürekkepse kalemine duyduğu hasretle kurur. Bu yüzden, şehir ancak şairine vuslatla tamamlanabilir. Bilirsiniz, şehrin de biz insanların da bir kaderi vardır. Ve kader bir şiirse, hepimizin şiiri ancak tek ve gerçek sevgiliye vuslat ile okunabilir…

Yazan: Vildan ŞİMŞEK

Not: İdeal Hukuk Dergisinin Şehir Konulu 11. Sayısında Yayınlanmıştır.