Kış düştü şehre bugün. Ve
ben şairin: “Doyamazdım bir yaprakta
biriken canı düşünmeye” dizesiyle veda ettim sonbahara. Yüzyıllardır kaç mevsim gelip geçmiştir de bu şehirden
eminim hiçbiri sonbahar kadar onu anlamamıştır. Çünkü benzer acıları yaşayanlar arasında görünmez ama kuvvetli bir bağ vardır.
Bu bağ bir mevsim ve bir şehir arasında öylece durur da onları birbirine
tanınır kılmaz mı? Acılarla yanan şehir, bir yağmur bulutunun gölgesinde değil
de nerede biraz olsun dinlenerek serinleyebilir? O hazan mevsiminden başka hangi mevsimin
renkleriyle örtünerek bu halini perdeleyebilir? Sustuklarını kime nasıl dinletebilir?
Biz insanlar, sonbahar ile kalpten kalbe konuşan şehrin bu mevsimde hep sükût
ettiği zannına kapılırız. Şehirse anlaşılmayı
beklemeden usulca fısıldar sonbahar nazarında bize hitaben kurduğu ilk ve son
cümleyi: “Bu bilgi değil bir haldir ve
hali ancak yaşayan bilir.”
Ben,
mevzubahis diğer mevsimlerken bile sonbaharı ve onun şehir ile olan muhabbetini
anmadan geçemeyen bir sonbahar çocuğuyum. Bu halimden sıyrılmak için küçük bir kız
çocuğunu ayları sayarken uzaktan seyrettim. Onun parmak uçlarındaki heyecanının
şehrin hüznü ile kesiştiği yerde kardan başka hiçbir şeyin bu kadar kendinden
emin bir şekilde yükselebildiğini görmedim. Anladım ki; sonbahar ne kadar bilmeyi istemenin mevsimiyse; kış o kadar bilinmeyi
istemenin mevsimi.
Şehir şimdi bizim de bildiğimiz bir dille dillenecek…
Canına can, yoluna yoldaş bildiklerine değil
de, hiç tanımadığı birine bütün hayatını bir çırpıda anlatıveren insanlar
gördüm ben… Zerre-i miskal kadar iç dökümünü siz çok görmeyin şehre… Gözümdeki sürmenin akmasından bildim. Kışın
şeffaf örtüsünden gördüm şehrim ağlıyor. Bu ezelden elverilene bir sadakatsizlik
değil; küçücük bir sabır taşımıdır. Zerre-i
miskal kadar iç dökümünü çok görmeyin şehre:
“O’nun adıyla başlamalı her şeye. Sükûtun
bitişi, kelamın başlangıcı O’nun adıyla olsun…
İnsan nisyana müpteladır, unutkandır. Bir
hafızanın yitirilmesi ise adları unutmakla başlar. Kim
bilir, belki de budur ilk başta bana verilen adların unutulma sebebi. Hatırlatmaya
mecal bulamayan bana, kelama başlarken sıfatlarımı da yaşatacak yeni bir ad
lazım şimdi. Bilirsiniz, O hüzünlü
kalpleri sever. Ben de bir incelik yapar, hüzün koyarım adımı. Ben şehri hüzün.
Ademe diyar olan mekân ve ev kılınan, ölümler susan, mezarlar barındıran, insan
gözünde muazzam büyüklükte sonsuzlukta ise küçücük bir zerre olan şehir… Güneş, ay ve yıldızlar kervanı… Tarih, kültür,
ilim taşıyıcısı… Mana ve maneviyat
bekçisi… Tepeler, surlar, kaleler, çeşmeler, saraylar, mabetler, meydanlar,
köprüler yüklenicisi… İçinden sular geçen, alevler yükselen, tebessümü deniz, özlemi toprak, acısı kül kokan şehir…
Günler ömrün sayfalarıdır. Benim de bir
sabahım, akşamım ve gecem var. Yeni adımla başlayan ilk günün sabahındayım. Yağan kar değil; tıpkı bir sel gibi
sokaklarımı basan kalabalıkların yalnızlığı beni üşütüyor. Bugün toplumun
haleti ruhiyesinin bozukluğunu mevsim değişikliğinin dahi farkına varamayan
insan sayısının çokluğundan anlıyorum. Bu artık sayısını dahi unuttuğum anlama
biçimlerimden sadece birisi. İnsanlar iklimle özdeşleşmek ister gibi donuk,
durgun ve dalgın. Bana, ona ama en çok da kendine dargın. Buna rağmen bir şehre malik olmayı isteyebilecek kadar hayal güçleri
geniş. Çok azı kendisine malik olmak hususunda talepkâr. Keşke insan demek
şehir demek olmasaydı. Keşke bir insan “içimde bütün sokakları kesişen şehir
ben artık sen olmuşum” demeseydi. Canım ah canım nasıl da acıyor! Istırabımın
sesini en iyi duyduğum yerlerden biri herhalde Erdem Beyazıt’ın şu dizeleridir:
“Bütün şehir çöküyor yüzünde bir
insanın/Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle.”
Şehir
havasının insanı özgürleştirdiğini söylüyorlar. Bense parmakları iradesiz kasıldıkça
ellerini açamayanlar gibi,
kentleştirildikçe soluk alınamaz bir mekân haline bürünüyorum. İnsanlar
avuçlarımda giderek boğuluyor. Lügatlerde aynı anlamda yazılsa da kent ve
şehir; birinin özgürleştirdiği diğerinin
köleleştirdiği kesin. Tanpınar’ın tarifine göre ise biri inşa eden taraf,
diğeri imha. Ve imha edilen ne varsa nicelikten çok niteliğin, maddeden çok mananın kapsama alanında. Dünya insanı kendini önce tutsak, sonra da
yok ederek, şehirler büyüttüğünü mü zannediyor?
Yeni
adımla başlayan günün öğlen saatlerindeyim. Dumanı tüten bir çay sohbetinde
renklerin dili konuşuluyor. Her insanın
bir rengi olduğunu öğreniyorum. Her renginse ayrı bir güzelliği, manası ve dili.
Yeşili, mavisi, kahverengisi, moru, alı pembesi… Ya benim rengim hangisi? Beton yığınları, trafiğin tüten dumanı ve
külle boyanmış bir şehir için griden başka bir renk mevzubahis yapılamaz. Gri
tereddütün, arada kalmışlığın,
yoksunluğun rengi. İdama mahkûm edilen şehirlere son anlarında
giydirilen yegâne renk. Suçsuz yere infaz edilen bir şehir hesap soramasa
da soru sorma hakkına haiz olmalı. Ne olur cevap verin. Nerede benim siyah örtülü turkuaz günlerim?
Benim
geçmişim uyuyan bir güzeldir. Bazen
bir ressamın fırçasında canlanır. Bazen bir yüreğin akıntısına kapılıp,
edebiyatın kıyısına sürüklenir. Sahnenin flu ışıkları ardına gizlenip,
notalarda saklanır. Geçmişim uyuyan bir devdir. Onu uyutanlara da uyanmasını istemeyenlere
de kırgınım. Ama inanıyorum ki; tüm
aksini düşünenlere ve korkanlara inat, biz
ölmeden önce uyanacağız, tekrar
dirileceğiz. Bir gün baştanbaşa gülistan olacağız. Ah benim kış güneşi gibi bazen
beni bile şaşırtan ümit varlığım!
İkindi vaktindeyim. Hiçbir şeyin uyumadığı bu
vakitte bütün yitirilmiş ümitlerim ve acabalarıma rağmen yine kaybolan
senfonimi duymak için çabalıyorum. Ne
Nihavend, kalmış ne Hüzzam; ne de Segâh, Rast, Acemaşiran…
Tek duyabildiğim yabancı sesler buğusu altındaki uyumsuzluklar korosu… Gökdelenler, stadyumlar, bankalar, alışveriş
merkezleri, eğlence yerleri… Hepsi de bu koronun daimi bir üyesi. Ne
zaman içimdeki sesler uzlete çekilse, bu koronun sesi giderek yükseliyor. Anladım ki
sesimin siluetini dahi bulamazken bir senfoni aramak beyhude bir çabaymış.
Kendi kalp atışlarımı dahi duyamazken insanların beni duymasını beklemekse bir
hayalperestlik.
Akşam
saatlerine doğru serinlik etkisini giderek arttırıyor. Sokaklarımda sessiz
kaçışlar ve çığlıklar var. Her köşemde ise ayrı yakıcı bir hikâye. Benim için
flaşlar patlıyor; fotoğraflarım en güzel şehir manzaraları başlığı altında
paylaşılıyor. Oysa acının, öfkenin ve
korkunun birleştiği nice anlar biriktirdim ben. Keşke bu anların fotoğrafını
çekmeleri mümkün olabilseydi. Yıllarca sebepsiz kıyılan canların harcanan
taptaze ömürlerin yasını tuttum ben. Keşke feryadımı biraz olsun
duyabilselerdi.
Kente Meryem misali, kutsal bir çocuk
doğurur gibi girer Sezai Karakoç’un akşamı. Masumdur, ürkektir, tertemizdir.
Öyle ki kötülükler yok edecek güçtedir. Bundandır
her gün ayrı bir heyecanla karartılan yüzümü aydınlatacak bir akşam vaktinin
yolunu gözleyişim. Bugün de gün akşam oldu. Işıklar yandı. Perdeler çekildi.
Ama ben yine aynı ben. Hiçbir günahı
olmadığı halde kendisine karşı işlenmiş günahların ağırlığı altında ezilen ben.
Yayılan günahların kokusunu toprağın, denizin ve de kış çiçeği kardelenin bile
bastıramadığı anlarda kaçacak hiçbir yer bulamayan ben… Sanki iki ucu yine bana
açılan bir tünele hapsedilmiş gibiyim. Ah benim görünmeyen çaresizliğim. Düşündüm
de, kendilerini bağlayan modern
zincirleri kırmak konusunda çekimser olan insanlar nazargahı ilahi olan kalbi
kırmak konusunda ne kadar cesurlar. Yoksa
şehrin de bir kalbi olduğunu bilmiyorlar mı?
Şehirler
medeniyetin çiçeklerinin açtığı yerler olarak bilinir. Medeniyetin çiçekleri
ise sevgi ve hoşgörü ile filizlenir. Bir zamanlar böyle bir medeniyetin
beşiğiyken, şimdi çağdaşlaşma başlığı altında insanları tabakalaştırma ve sınıflandırma
projelerinin zemini olarak kullanılmaktayım. Sadece madde itibariyle var
edilmeye çalışılan manevi değerlerden yoksun bir yapı haline dönüştürülmek
isteniyorum. Kalbe ve ruha hitap etmeyen
bir nefis medeniyeti yavaş yavaş hücrelerime işleniyor. Tüm bunları kaybeden bir şehir dünyayı kazansa
ne olur?
Sonunda gecedeyim. Gece kendini uykunun
kucağına bırakanların değil; uyanık kalanların uğrayabileceği bir durak. Uyanıklıktan
uyanıklığa ise fark var. Nice kötüler gördüm
geceye kara gece diye nam saldıran. Nice
aşıklar tanıdım feryadıyla geceyi bile uyandıran… Ben ne kötülerle bir
olabilir ne de aşıklara yetişebilirim. Sadece gökyüzünü seyre dalabilmek için
gecenin nöbetini tutanlara arkadaşlık edebilirim.
Gecenin yıldızları sema ehlinin bile övdüğü Ümmetin Yıldızlarını hatırlatan
mukaddeslerdir. Onlar ki kâinat
şehrine verilen en güzel hediyelerden biridir. Bu
nedenle gecenin parlayan yıldızları görebilmekle anlam ve derinlik kazandığını düşünüyorum.
Ancak etkisini bu saatlerde daha da arttıran ışık kirliliği yıldızları adeta görünmez
kılıyor. “Sahi Kâinat bir şehirse ben
neyim? Yıldızları neden feda ettiniz?” Ben her gece aklımda böyle cevapsız kalmış sorularla
ışıklar sönene kadar katlanarak büyüyorum. Oysa
benim büyümeye değil; küçülmeye ihtiyacım var. Kalbinizle cevaplayın beni belki
biraz küçülürüm.
Düşündüm
de sessizlik bir şehir için artık ne kadar da yabancı bir kelime. Sessizlik bir
yorgan gibi üstüme çekilse, herhalde gecenin nöbetini tutmaktan vazgeçip Necip
Fazıl’ın şu mısralarına kıvrılarak uyumak isterdim: “İki yıldız arası göğe asılı hamak.../Uyku, uyku... Zamansız ve mekânsız,
uyumak”. Her uykunun bir de uyanışı
vardır elbet. Şehirler de uyur ve uyanır. Bir gün uyanacaksam şayet tıpkı
Asbah’ ı Kehf gibi geçmiş olan zamanın farkında olmadan uyanmak ve
bana yaşatılanları hiç hatırlamamak isterdim.
Sabrım sığınağımdır. Ashabı-ı Kehf nasıl sığındıysa mağaraya, ben de bana
kol kanat geren sabra öyle sığındım. Âdemoğlu’ nun aksine benim sabrımın mükâfatı
yoktur. Ne cennete girebilir, ne
kimsenin cenneti olabilirim. "Reyyan"
nehri üzerine kurulan mercandan şehirlere karışamam. İnciden sarayları,
kırmızı yakuttan konakları, yeşil zebercetten evleri göremem. Dağları taşları titreten şu müjde de bana
verilmemiştir: “O sabredenlerle beraberdir”. Lakin Fuzuli der ki: “Hayâliyle tesellidir gönül meyl-i visâl etmez; gönülden taşra bir yâr
olduğun âşık hayâl etmez…” Bana da gönlümdeki bu mana yeter.”
…………..
Şehir kış boyunca her gün yılların birikimiyle soluk almadan uzun
uzun konuştu. Her gün önceki günden farklı bir şeyler söyledi, hiç tekrara
düşmedi. Herkesin bildiği bir dille dillenmesine rağmen yeterince
anlaşılamadığı düşüncesiyle onun hayal kırıklığına uğradığı zannına
kapılabilirsiniz. Ancak, ne kadar konuşursa konuşsun, anlattıklarının herkesin
anlayabileceği kadar olduğu gerçeğini, o asırlar öncesinden biliyordu. Kışın
yerini bahara bırakmasıyla, şehir kendini yine sükûtun sularına attı. Şimdi ise
vuslatın kıyısında hazan mevsiminin yolunu gözlüyor…
Benim şehrim ezelden yazılmış bir şiirin kafiyesine eştir ve ancak bir
sonbahar vakti şairinin mısralarında kafiye tutturabilir. Mısralar, tıpkı sular
gibi toprağından uzak kaldığı müddetçe başka mecralara eksiklik akıtmaya
mahkûmdur. Bu akıntıda ıslanan her mürekkepse
kalemine duyduğu hasretle kurur. Bu yüzden, şehir ancak şairine vuslatla
tamamlanabilir. Bilirsiniz, şehrin de biz insanların da bir kaderi
vardır. Ve kader bir şiirse, hepimizin şiiri ancak tek ve gerçek sevgiliye vuslat
ile okunabilir…
Yazan: Vildan ŞİMŞEK
Not: İdeal Hukuk Dergisinin Şehir Konulu 11. Sayısında Yayınlanmıştır.