Akis...

Akis...
Fotoğraf: Vildan ŞİMŞEK

6 Şubat 2015 Cuma

ÖMÜR DEFTERİNDEN...

                                                                     

Mevsim sonbahar. Aylardan kasım. Hafif yağmur çiseliyor. Mevsimin koyu örtüsü ile tepeden tırnağa örtünen İstanbul gizemiyle ne kadar da büyüleyici… Kuzguncuk sokaklarında gezerken adeta zamanı kaybediyorum. Bu kaybediş anında sırtında hayatın yüküyle, yokuşa çıkan bir yolun eteklerine tutunarak yürüyen yaşlı bir teyze ile göz göze geliyorum. Dünyaya dair her şey bu anın fotoğrafı üzerinden yeniden çiziliyor. Dünya bir anın içine sığacak kadar küçülüyor. Bir kez daha anlıyorum ki; hayat ölüme giden bir yürüyüş yolu. Bu öyle bir yol ki bize nereden geldiğimizi ve nereye gideceğimizi hatırlatmak için bütün taşlarıyla sessizce bağırıp duruyor. Ben de herkes gibi seyyahım bu dünyada. Hangi yoldan gidersem gideyim sonunun ölüme çıktığını biliyorum. Hayat yolculuğunu keyifli ve anlamlı kılan da bu biliş değil mi?

Yağmur giderek hızlanıyor. Yağmura şemsiye açmadan, damlaların yüzümde gezindiğini hissederek yürümeye devam ediyorum. Şehrin içinde ama dışındaymış gibi hissetmek her zaman olduğu gibi iyi geliyor. Çınar ağaçları içinde, tahtalardan yapılmış ve rengârenk boyanmış Kuzguncuk evleri bende ünlü bir ressamın fırça darbelerini taşıyan bir tablo etkisi yaratıyor. Başımı göğe kaldırdığımda evlerden birinin penceresindeki perdeyi hafifçe sıyırarak yağmuru seyreden bir kız çocuğu görüyorum. Benim gibi pencere kenarlarını seven bir kız çocuğu… Akşamları evimizin yola bakan penceresinin kenarına oturup, sokak lambalarının ışığında yağmurun yağışını seyrettiğim anlar aklıma geliyor. Yağmurun kendine özgü bir dili var. Her bir damla bu dile hizmet ediyor. Kâinat onu dinleyenler için her gün başka bir uyanış penceresinden sesleniyor. Ve ben hala pencere kenarlarını seviyorum. Üzücü ki, çoğu insan bu sesi duymaya talip değil. Hayatında hakikate bakan bir pencere açamayan insanlar dünyası ne kadar ışıklı olursa olsun karanlıklar içinde sanki. Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısrasını hep böyle zamanlarda hatırlıyorum. “Perde perde verâlar, ışık başka, nur başka; bir ânlık visal başka, kesiksiz huzur başka...”

Köşeyi döndüğümde yağmura ve soğuğa rağmen saklambaç oynamaya devam eden birkaç çocuk görüyorum. Hala bu oyunu oynayan çocuklar olduğunu görmek sevindiriyor. Küçükken dedemle bu oyunu oynadığımız zamanları tebessümle hatırlıyorum. Dedeciğim, o küçük kız çocuğu olup bir daha yanına gelsem söyler miydin bana büyüklerin de aralarında saklambaç oyunu oynadığını? Ne sobelemek var bu oyunda ne sobelenmek. Herkes saklıyor kendini kendinden. En çok da kendi bildiklerinden. Nerede o saklambaç duvarında en son bıraktığımız el izlerimiz? Bir zamanlar iz kalmasın diye dokunmaya korktuğumuz duvarlarda eskinin lekelerini arar oldum şimdi. İnsanlar nereye gizliyor kendini?
                     
Yan yana sıralanmış esnaf dükkânlarının önünden geçerken eski ve yeni zamanı bir arada yaşıyorum. Kapısı aralık bir şekilde bırakılmış, eski kitapların tavana kadar dizildiği bir dükkânda kitapların arasında anahtar kilidi olan eski bir defter dikkatimi çekiyor. Annemin ilkokul dönemimde doğum günümde hediye ettiği hatıra defterimin anahtarı kaybolsa da hala odamda bir yerlerde saklı durduğunu hatırlıyorum. Defter anahtarları bir sembol ama derin bir mana taşıyor. Mürekkep, kalem ve kâtip sükût etmeyi, sır tutmayı öğreniyor. Aynı mürekkebi paylaşsa da kalem, kâğıt ve kâtip; yazılanı taşıyan, emaneti sırtlanan hep kâğıttır. Kâğıt setr olmayı öğreniyor. Şimdi ise şeffaf sularda yüzmenin zevkine kaptırmış kendini, bir zamanlar anahtarla kitlenen defterler. Anahtarlar kayıp, su kalabalık, sözcüklerse yalnız ve ıslak…

Bulutlar yeryüzünün şahididir. Onlar imzalarını gökyüzünün sayfasına atarlar. Ben yeryüzünde şehri kenetlemek için adeta saf tutan sokaklarda dolaşırken, gri bir bulutun bana yoldaşlık yaptığını hissediyorum. Bu yoldaşlık da gökyüzünün sayfalarından birine yazılmış olmalı. İnsan ruhu da bulutlar gibi böyle saflaşabilir mi acaba diye düşünürken, İbni Sina’nın o an hatırladığım şu sözü sorumu cevaplıyor: “İnsanın ruhu öyle saflaşabilir, insan o derece yükselebilir ki, bütün kâinatı eksiksiz biçimde yansıtan bir ayna haline gelebilir.”
                            
Anı derinleştiren baktığımız yerde gördüklerimizdir. Gördüklerimizi anlatmanın en güzel yollarından biri de fotoğraflardır. Bir fotoğraf şiir, öykü, roman hatta destan bile yazabilir. Fotoğrafların anlattıklarını dinlemeyi sevdiğim için fotoğraf makinemi çıkarıp Kuzguncuk evlerinin kadraja düşen güzelliklerini yansıtmak istiyorum. Fotoğraf makinemi elime aldığım andan itibaren binlerce kez deklanşöre basma, resimleri anında görme ve beğenmediklerimi silme hakkım var. Bir sürü dijital albüme sahibim, buna rağmen son zamanlarda neredeyse çektiğim hiçbir fotoğrafa dokunamadım. Bu özelliklerin olmadığı eski fotoğraf makineleri aklıma geliyor. Bir de büyüklerimizin özenle sakladığı siyah beyaz fotoğraflar albümleri… Ne vakit,  dünyada olmadığım o zamanlara yolculuk yapmak istesem, soluğu bu albümlerin yanında alıyorum. Renklerden renksizliğe keşif yolculuğu yaptıkça bütün yollar ve takvimler birleniyor… Her şey, katreden ummana doğru yol alıyor… 

Fotoğraf çekimi sırasında, esnaf dükkânlarından güne küçük bir mola verme isteği uyandıran bir kahve kokusu duyuyorum. Hemen yan dükkânda ise dumanı tüten bir çay sohbeti yapılıyor. Kahve ve çay arasında gidip gelirken, her zaman olduğu gibi tercihimi çaydan yana kullanıp, sahile doğru yol alıyorum. Ruhumdaki kayalara çarpan dalgalarla denizin söylediklerini kalbimde hissetmeye çalışıyorum. Damlanın denize düştüğü anın adını “aşk” koymuşlar. Allah’ım senin engin aşk denizine düşen bir damlacık su da ben olamaz mıyım? Elimdeki çay bardağının sıcaklığı bana dünyanın soğuk yüzünü hatırlatınca sorumun cevabını başka bir zamanda almayı dileyerek, yüzümü masadaki çay bardağına çeviriyorum. Kaç kişi isek masaya bir bardak fazla bardak koymak mana âleminde yalnız olunmadığının bir işareti… Kardeşimle evde masaya bir bardak fazla çay bardağı koyup muhabbete daldığımız zamanları tebessümle anıyorum. Bugünün en güzel yanı ise, sahile yakın bir yerde, çiçeklerin uykuya daldığı bu mevsimde, gözbebeklerini gri bulutlara dikmiş, benim gibi puslu havaları seven bembeyaz bir kasımpatıya rastlamak oluyor. Deniz sonsuzluğu, çay ezeli muhabbeti, beyaz kasımpatılar ise sâfiyeti ve gücü simgeler. Hepimizin yıllar geçtikçe kalınlaşan bir ömür defteri var. Ne mutlu bana ki ömür defterimin bugünkü sayfasında bu üç güzelin ismi aynı satırda yan yana yazılıyor. Deniz, çay, kasımpatı…
                            
Kuzguncuk sahilden Üsküdar’a doğru giden yolda annesinin elini bırakıp koşmak isteyen küçük bir çocuğun düşüşüne ve gözyaşlarına tanık oluyorum. Çocuğun dizleri yaralı, gözleri yaşlı… Anne üzgün ve telaşlı… Görünen her şeyin ardında, daha geniş bir şey uzanır: Bir patika, bir yol ve kendisinden, başkasına açılan bir pencere. St. Exupery” Bugün bu yolda bir çocuğun düşüşü ardında hayata uzanan bir pencereden bakıyorum. Bir çocuğa bunların söylenemeyeceğini bilsem de küçük çocuğa bu pencereden seslenip, içimden şunları söylemek geçiyor: Büyüyünce de düşeceksin, yaralanacaksın, kanayacaksın. Her düşüşünde ayağa kalkmayı ve daha güçlü adımlarla yürümeye devam etmen gerektiğini öğreneceksin. Her yaralanışında, merheminin yaranda gizli olduğunu anlayacak, zamanla yaralarını sevecek ve sevdikçe bileceksin. Ruhunun her kanayışında kanamalarının sabır ve şükür ile yavaş yavaş dindiğini göreceksin. Hüznü dışlayıp, sevince kucak açanlar hayattan lezzet alamazlar. Nasıl ki bu kadar gözyaşından sonra annenin kucağında yeniden gülümseyebildiysen, hüznün ve sevincin aslında aynı tablonun ayrılmaz bir parçası olduğunu ve aynı ressamın fırçasından döküldüğünü anlayacaksın. Hayat resme bakıp ressamı kavrama sanatıdır. Resmin sadece bir kısmına bakarak ressamı kavrayabilir misin?

Çocuk ve annesi nereye gitti bilmiyorum, ama ben bu içsel konuşmalar ile Üsküdar’a benim sevdiğim adıyla Kâbe Toprağına kadar varıyorum. Burası benim için, bir ismi taşıyabilmek ne demektir, mekânın ruhu ne demektir gibi mana boyutundaki soruları tek solukta cevaplayan yerlerden biri. Ayak bastığım anda sorularımın cevabını kalbime veren, her mevsimde ruhumda manevi rüzgârlar estiren Üsküdar’ı akşam ezanı daha da ulvileştiriyor. Yeryüzünde hangi davet ezan sesinden daha güzel olabilir ki? Bize huzur veren şeyler bizim kıyımızdır. Ezan sesi beni kıyıdan uzaklaştığımı hissettiğim bir anda kıyıya yaklaştırıyor. Kıyıda, bu sesin verdiği huzurun kalesine sığınmak istiyorum. O an, Üsküdar camilerinin minarelerinin birinden bir ölüm haberi duyuruluyor. Bugün de kim bilir dünyada kaç bebeğin kulağına ezan okunurken birilerinin salası verildi? Ölenler öz yurduna doğdu... Doğanlar öz yurdundan koptu ve dünya misafirhanesine konuk oldu… Yaşayanlar ise dünyada misafir olduğunu unutarak ev sahipliğine soyundu…

Akşamın karanlığı şehrin üstüne çöktüğünde, kalabalık tıpkı bir sel gibi şehrin sokaklarını basıyor. Sele kapılıp giderken, önümde sırtında ağır çantalarıyla yürüyen on dört, on beş yaşlarındaki kız erkek karışık bir öğrenci grubunun konuşmalarına kulak misafiri oluyorum. Bu konuşmalardan anladığım sürekli birilerini ve bir şeyleri eleştirdikleri oluyor. Kimisi öğretmenini, kimisi ailesini, kimisi ise kendisini beğenmiyor. Ancak, bir yere yetişme telaşıyla olsa gerek çok hızlı yürüdükleri için bu kulak misafirliği oldukça kısa sürüyor. Ne güzel bir yaştır on dört… İnsanın bir yanı çocuk, bir yanı genç… Bir yanı kendidir, bir yanı ise henüz kendini bulamamış bir yabancı… Bir eli ile dünyayı düzeltmek ister, bir eli ile kendi dünyasını... Ayakları hep koşmak isterken, ruhu biraz yavaşlaması gerektiğini fısıldar… Her şeyi aklı ile sorgularken, kalbi teslim olması gerektiğini ilk kez hatırlatmaya başlar… Önümden kaybolup giden kitap yüklü bir sürü sırt çantasına kalbin de bir bilgisi olduğunu söyleyen isimsiz bir not bırakmak geliyor içimden. Benim, kalbin de bir bilgisi olduğunu ilk kez fark etmeye başladığım yaştı on dört. Acaba onlar da bunu fark etmiş midir?

Üsküdar’ın kız kulesi hakkında bir sürü efsaneler, rivayetler vardır.  Ben kız kulesini gizemli insanlara benzetiyorum. Kız kulesi aslında herkese aynı bakıyor, ama herkes onda farklı bir şey görüyor. Eve dönüş yolunda, kız kulesinin önünden geçerken sahildeki bankta oturan bir kadının elindeki kitabı yanı başına koyarak uzun uzun sustuğunu fark ediyorum. Göz bakar, kalp görür. Zaman ise bakmak ve görmek arasındaki bu ince çizgide yürür. Kadının kız kulesine bakarak ne gördüğü onun sırrı, ama ben bakmak ve görmek arasındaki bu fark ediş anında elimdeki kitaba bakıp şunu düşünüyorum: Çoğu insan sürekli kitaplarını kalınlaştırmak, cümlelerini genişletmek, kelimeler, harfler biriktirmek istiyor. Mühim olan bir insanın sükûtunda bütün bildiklerini unuttuğu o anı okuyabilmek… Kitapları ben de seviyorum, ama kabul edelim ki kitaplardan geçmeyen ince bir yol var. Bu yolda yürüyenler kitaplarıyla birlikte gözyaşı yağmurlarında yıkanmayı göze alırlar.

Tırtıl kelebek olmak için koza örer. İnsanın kendini bulduğu yer neresi ise kozası orasıdır. Ben de herkes gibi gün sonunda kozama, evime geliyorum. Beklemediğim bir anda ışıklar kesiliyor. Biliyorum, birkaç dakika sonra jeneratör devreye girecek, aydınlanacağız. Kozamızın dört bir yanını saran teknolojiyi koklayacağız. Oysa ben mum kokusu duymak isterdim. İnsanların etrafında bir sohbet halkası oluşturup saatlerce ışıkların gelmesini beklediği o mumdan bahsediyorum. Muhabbetin erittiği, eridikçe içimizi aydınlatan mumdan bahsediyorum. Mum kokulu zamanlardan bahsediyorum… Işıklar geliyor. Geriye ise kozaya yansıyan mum ışığının gölgesinde söndürülmüş hayaller ve özlemler kalıyor.  


Ömür ayraçsız okunacak bir defter gibidir. Günlerse ömrün sayfaları… Bugün bu defterden bir sayfa daha çevrildi. Yarın hepimiz yepyeni bir sayfa açıp, bir şeyler yazmak için elimize kalem alacağız. Kelam kalpten gelirse, kalem dile gelecek… Elimiz kalemi tutarken, kalem kalbimizden tutarsa bu defter başka hayatlara ilham verecek… Defterin arasına gizlenmiş ayraçlar ise bu hayatlara armağan edilecek… Ömür defterine gönül defteri ismi verilecek… 

Yazan: Vildan Şimşek 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder