Mevsim
sonbahar. Aylardan kasım. Hafif yağmur çiseliyor. Mevsimin koyu örtüsü ile
tepeden tırnağa örtünen İstanbul gizemiyle ne kadar da büyüleyici… Kuzguncuk
sokaklarında gezerken adeta zamanı kaybediyorum. Bu kaybediş anında sırtında
hayatın yüküyle, yokuşa çıkan bir yolun eteklerine tutunarak yürüyen yaşlı bir
teyze ile göz göze geliyorum. Dünyaya dair her şey bu anın fotoğrafı üzerinden
yeniden çiziliyor. Dünya bir anın içine sığacak kadar küçülüyor. Bir kez daha
anlıyorum ki; hayat ölüme giden bir
yürüyüş yolu. Bu öyle bir yol ki bize nereden geldiğimizi ve nereye
gideceğimizi hatırlatmak için bütün taşlarıyla sessizce bağırıp duruyor. Ben de
herkes gibi seyyahım bu dünyada. Hangi yoldan gidersem gideyim sonunun ölüme
çıktığını biliyorum. Hayat yolculuğunu keyifli ve anlamlı kılan da bu biliş
değil mi?
Yağmur
giderek hızlanıyor. Yağmura şemsiye açmadan, damlaların yüzümde gezindiğini hissederek
yürümeye devam ediyorum. Şehrin içinde ama dışındaymış gibi hissetmek her zaman
olduğu gibi iyi geliyor. Çınar ağaçları içinde, tahtalardan yapılmış ve rengârenk
boyanmış Kuzguncuk evleri bende ünlü bir ressamın fırça darbelerini taşıyan bir
tablo etkisi yaratıyor. Başımı göğe kaldırdığımda evlerden birinin penceresindeki
perdeyi hafifçe sıyırarak yağmuru seyreden bir kız çocuğu görüyorum. Benim gibi
pencere kenarlarını seven bir kız çocuğu… Akşamları evimizin yola bakan
penceresinin kenarına oturup, sokak lambalarının ışığında yağmurun yağışını
seyrettiğim anlar aklıma geliyor. Yağmurun
kendine özgü bir dili var. Her bir damla bu dile hizmet ediyor. Kâinat onu dinleyenler için her gün başka
bir uyanış penceresinden sesleniyor. Ve ben hala pencere kenarlarını seviyorum.
Üzücü ki, çoğu insan bu sesi duymaya talip değil. Hayatında hakikate bakan bir pencere
açamayan insanlar dünyası ne kadar ışıklı olursa olsun karanlıklar içinde
sanki. Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısrasını hep böyle zamanlarda hatırlıyorum.
“Perde perde verâlar, ışık başka, nur başka; bir ânlık
visal başka, kesiksiz huzur başka...”
Köşeyi
döndüğümde yağmura ve soğuğa rağmen saklambaç oynamaya devam eden birkaç çocuk
görüyorum. Hala bu oyunu oynayan çocuklar olduğunu görmek sevindiriyor. Küçükken
dedemle bu oyunu oynadığımız zamanları tebessümle hatırlıyorum. Dedeciğim, o
küçük kız çocuğu olup bir daha yanına gelsem söyler miydin bana büyüklerin de aralarında
saklambaç oyunu oynadığını? Ne sobelemek
var bu oyunda ne sobelenmek. Herkes
saklıyor kendini kendinden. En çok da kendi bildiklerinden. Nerede o saklambaç duvarında en son
bıraktığımız el izlerimiz? Bir zamanlar iz
kalmasın diye dokunmaya korktuğumuz duvarlarda eskinin lekelerini arar
oldum şimdi. İnsanlar nereye
gizliyor kendini?
Yan yana sıralanmış esnaf dükkânlarının
önünden geçerken eski ve yeni zamanı bir arada yaşıyorum. Kapısı aralık bir
şekilde bırakılmış, eski kitapların tavana kadar dizildiği bir dükkânda kitapların
arasında anahtar kilidi olan eski bir defter dikkatimi çekiyor. Annemin ilkokul
dönemimde doğum günümde hediye ettiği hatıra defterimin anahtarı kaybolsa da
hala odamda bir yerlerde saklı durduğunu hatırlıyorum. Defter anahtarları bir sembol ama derin bir mana taşıyor. Mürekkep,
kalem ve kâtip sükût etmeyi, sır tutmayı öğreniyor. Aynı mürekkebi paylaşsa da kalem, kâğıt ve kâtip; yazılanı taşıyan, emaneti
sırtlanan hep kâğıttır. Kâğıt setr olmayı öğreniyor. Şimdi ise şeffaf
sularda yüzmenin zevkine kaptırmış kendini, bir zamanlar anahtarla kitlenen
defterler. Anahtarlar kayıp, su kalabalık, sözcüklerse yalnız ve ıslak…
Bulutlar yeryüzünün şahididir. Onlar
imzalarını gökyüzünün sayfasına atarlar. Ben yeryüzünde şehri kenetlemek için adeta
saf tutan sokaklarda dolaşırken, gri bir bulutun bana yoldaşlık yaptığını
hissediyorum. Bu yoldaşlık da gökyüzünün sayfalarından birine yazılmış olmalı.
İnsan ruhu da bulutlar gibi böyle saflaşabilir mi acaba diye düşünürken, İbni
Sina’nın o an hatırladığım şu sözü sorumu cevaplıyor: “İnsanın ruhu öyle saflaşabilir, insan o derece yükselebilir ki, bütün
kâinatı eksiksiz biçimde yansıtan bir ayna haline gelebilir.”
Anı derinleştiren baktığımız yerde
gördüklerimizdir. Gördüklerimizi anlatmanın en güzel yollarından biri de
fotoğraflardır. Bir fotoğraf şiir, öykü, roman hatta destan bile yazabilir.
Fotoğrafların anlattıklarını dinlemeyi sevdiğim için fotoğraf makinemi çıkarıp Kuzguncuk
evlerinin kadraja düşen güzelliklerini yansıtmak istiyorum. Fotoğraf makinemi
elime aldığım andan itibaren binlerce kez deklanşöre basma, resimleri anında
görme ve beğenmediklerimi silme hakkım var. Bir sürü dijital albüme sahibim, buna
rağmen son zamanlarda neredeyse çektiğim hiçbir fotoğrafa dokunamadım. Bu
özelliklerin olmadığı eski fotoğraf makineleri aklıma geliyor. Bir de büyüklerimizin
özenle sakladığı siyah beyaz fotoğraflar albümleri… Ne vakit, dünyada olmadığım o zamanlara yolculuk yapmak
istesem, soluğu bu albümlerin yanında alıyorum. Renklerden renksizliğe keşif yolculuğu yaptıkça bütün yollar ve takvimler
birleniyor… Her şey, katreden ummana doğru yol alıyor…
Fotoğraf çekimi sırasında, esnaf
dükkânlarından güne küçük bir mola verme isteği uyandıran bir kahve kokusu duyuyorum.
Hemen yan dükkânda ise dumanı tüten bir çay sohbeti yapılıyor. Kahve ve çay
arasında gidip gelirken, her zaman olduğu gibi tercihimi çaydan yana kullanıp, sahile
doğru yol alıyorum. Ruhumdaki kayalara
çarpan dalgalarla denizin söylediklerini kalbimde hissetmeye çalışıyorum. Damlanın
denize düştüğü anın adını “aşk” koymuşlar. Allah’ım senin engin aşk denizine
düşen bir damlacık su da ben olamaz mıyım? Elimdeki çay bardağının sıcaklığı bana
dünyanın soğuk yüzünü hatırlatınca sorumun cevabını başka bir zamanda almayı
dileyerek, yüzümü masadaki çay bardağına çeviriyorum. Kaç kişi isek masaya
bir bardak fazla bardak koymak mana âleminde yalnız olunmadığının bir işareti… Kardeşimle
evde masaya bir bardak fazla çay bardağı koyup muhabbete daldığımız zamanları
tebessümle anıyorum. Bugünün en güzel
yanı ise, sahile yakın bir yerde, çiçeklerin uykuya daldığı bu mevsimde,
gözbebeklerini gri bulutlara dikmiş, benim gibi puslu havaları seven bembeyaz
bir kasımpatıya rastlamak oluyor. Deniz sonsuzluğu, çay ezeli muhabbeti, beyaz
kasımpatılar ise sâfiyeti ve gücü simgeler. Hepimizin yıllar geçtikçe
kalınlaşan bir ömür defteri var. Ne mutlu bana ki ömür defterimin bugünkü
sayfasında bu üç güzelin ismi aynı satırda yan yana yazılıyor. Deniz, çay,
kasımpatı…
Kuzguncuk sahilden Üsküdar’a doğru
giden yolda annesinin elini bırakıp koşmak isteyen küçük bir çocuğun düşüşüne
ve gözyaşlarına tanık oluyorum. Çocuğun dizleri yaralı, gözleri yaşlı… Anne
üzgün ve telaşlı… “Görünen her şeyin
ardında, daha geniş bir şey uzanır: Bir patika, bir yol ve kendisinden,
başkasına açılan bir pencere. St. Exupery” Bugün bu yolda bir çocuğun düşüşü ardında hayata
uzanan bir pencereden bakıyorum. Bir çocuğa bunların söylenemeyeceğini bilsem
de küçük çocuğa bu pencereden seslenip, içimden şunları söylemek geçiyor: Büyüyünce de düşeceksin, yaralanacaksın, kanayacaksın.
Her düşüşünde ayağa kalkmayı ve daha güçlü adımlarla yürümeye devam etmen
gerektiğini öğreneceksin. Her yaralanışında, merheminin yaranda gizli olduğunu anlayacak,
zamanla yaralarını sevecek ve sevdikçe bileceksin. Ruhunun her kanayışında kanamalarının
sabır ve şükür ile yavaş yavaş dindiğini göreceksin. Hüznü dışlayıp, sevince
kucak açanlar hayattan lezzet alamazlar. Nasıl ki bu kadar gözyaşından sonra annenin
kucağında yeniden gülümseyebildiysen, hüznün ve sevincin aslında aynı tablonun
ayrılmaz bir parçası olduğunu ve aynı ressamın fırçasından döküldüğünü anlayacaksın.
Hayat resme bakıp ressamı kavrama sanatıdır. Resmin sadece bir kısmına bakarak
ressamı kavrayabilir misin?
Çocuk
ve annesi nereye gitti bilmiyorum, ama ben bu içsel konuşmalar ile Üsküdar’a benim
sevdiğim adıyla Kâbe Toprağına kadar varıyorum. Burası benim için, bir ismi
taşıyabilmek ne demektir, mekânın ruhu ne demektir gibi mana boyutundaki
soruları tek solukta cevaplayan yerlerden biri. Ayak bastığım anda sorularımın cevabını kalbime veren, her mevsimde ruhumda
manevi rüzgârlar estiren Üsküdar’ı akşam ezanı daha da ulvileştiriyor. Yeryüzünde
hangi davet ezan sesinden daha güzel olabilir ki? Bize huzur veren şeyler bizim
kıyımızdır. Ezan sesi beni kıyıdan uzaklaştığımı hissettiğim bir anda kıyıya
yaklaştırıyor. Kıyıda, bu sesin verdiği huzurun kalesine sığınmak istiyorum. O
an, Üsküdar camilerinin minarelerinin
birinden bir ölüm haberi duyuruluyor. Bugün
de kim bilir dünyada kaç bebeğin kulağına ezan okunurken birilerinin salası
verildi? Ölenler öz yurduna doğdu... Doğanlar öz yurdundan koptu ve dünya
misafirhanesine konuk oldu… Yaşayanlar ise dünyada misafir olduğunu unutarak ev
sahipliğine soyundu…
Akşamın karanlığı
şehrin üstüne çöktüğünde, kalabalık tıpkı bir sel gibi şehrin sokaklarını
basıyor. Sele kapılıp giderken, önümde sırtında ağır çantalarıyla yürüyen on
dört, on beş yaşlarındaki kız erkek karışık bir öğrenci grubunun konuşmalarına
kulak misafiri oluyorum. Bu konuşmalardan anladığım sürekli birilerini ve bir
şeyleri eleştirdikleri oluyor. Kimisi öğretmenini, kimisi ailesini, kimisi ise
kendisini beğenmiyor. Ancak, bir yere yetişme telaşıyla olsa gerek çok hızlı
yürüdükleri için bu kulak misafirliği oldukça kısa sürüyor. Ne güzel bir yaştır on dört… İnsanın bir
yanı çocuk, bir yanı genç… Bir yanı kendidir, bir yanı ise henüz kendini
bulamamış bir yabancı… Bir eli ile dünyayı düzeltmek ister, bir eli ile kendi
dünyasını... Ayakları hep koşmak isterken, ruhu biraz yavaşlaması gerektiğini fısıldar…
Her şeyi aklı ile sorgularken, kalbi teslim olması gerektiğini ilk kez hatırlatmaya
başlar… Önümden kaybolup giden kitap yüklü bir sürü sırt çantasına kalbin de
bir bilgisi olduğunu söyleyen isimsiz bir not bırakmak geliyor içimden. Benim, kalbin
de bir bilgisi olduğunu ilk kez fark etmeye başladığım yaştı on dört. Acaba onlar
da bunu fark etmiş midir?
Üsküdar’ın kız kulesi hakkında
bir sürü efsaneler, rivayetler vardır. Ben
kız kulesini gizemli insanlara benzetiyorum. Kız kulesi aslında herkese aynı
bakıyor, ama herkes onda farklı bir şey görüyor. Eve dönüş yolunda, kız
kulesinin önünden geçerken sahildeki bankta oturan bir kadının elindeki kitabı yanı
başına koyarak uzun uzun sustuğunu fark ediyorum. Göz bakar, kalp görür. Zaman ise bakmak ve görmek arasındaki bu ince
çizgide yürür. Kadının kız kulesine bakarak ne gördüğü onun sırrı, ama ben
bakmak ve görmek arasındaki bu fark ediş anında elimdeki kitaba bakıp şunu
düşünüyorum: Çoğu insan sürekli
kitaplarını kalınlaştırmak, cümlelerini genişletmek, kelimeler, harfler
biriktirmek istiyor. Mühim olan bir insanın sükûtunda bütün bildiklerini
unuttuğu o anı okuyabilmek… Kitapları ben de seviyorum, ama kabul edelim ki
kitaplardan geçmeyen ince bir yol var. Bu yolda yürüyenler kitaplarıyla
birlikte gözyaşı yağmurlarında yıkanmayı göze alırlar.
Tırtıl kelebek olmak için koza örer. İnsanın kendini bulduğu yer neresi
ise kozası orasıdır. Ben de herkes gibi gün sonunda kozama, evime
geliyorum. Beklemediğim bir anda ışıklar kesiliyor. Biliyorum, birkaç dakika
sonra jeneratör devreye girecek, aydınlanacağız. Kozamızın dört bir yanını saran
teknolojiyi koklayacağız. Oysa ben mum
kokusu duymak isterdim. İnsanların etrafında bir sohbet halkası oluşturup
saatlerce ışıkların gelmesini beklediği o mumdan bahsediyorum. Muhabbetin
erittiği, eridikçe içimizi aydınlatan mumdan bahsediyorum. Mum kokulu
zamanlardan bahsediyorum… Işıklar geliyor. Geriye ise kozaya yansıyan mum
ışığının gölgesinde söndürülmüş hayaller ve özlemler kalıyor.
Ömür ayraçsız okunacak bir defter gibidir.
Günlerse ömrün sayfaları… Bugün bu defterden
bir sayfa daha çevrildi. Yarın hepimiz yepyeni bir sayfa açıp, bir şeyler
yazmak için elimize kalem alacağız. Kelam
kalpten gelirse, kalem dile gelecek… Elimiz kalemi tutarken, kalem kalbimizden
tutarsa bu defter başka hayatlara ilham verecek… Defterin arasına gizlenmiş
ayraçlar ise bu hayatlara armağan edilecek… Ömür defterine gönül defteri ismi
verilecek…
Yazan: Vildan Şimşek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder