Av. Vildan ŞİMŞEK
Kasabalarda
hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. Her tepenin ardında
"yeni ve farklı bir şey" çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen,
incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar...
Bir
Zamanlar Anadolu’da filmi ile ilgili izlenimlerime geçmeden önce, filmin
yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ve onun filmlerinin ruhundan kısaca bahsetmek
istiyorum. Nuri Bilge Ceylan sinema dünyasına ilk adımını bir kısa film olan
Koza (1995) ile attı. Sinema yolculuğu Kasaba (1997), Mayıs Sıkıntısı (1999), Uzak (2002), İklimler
(2006), Üç Maymun (2008) filmi ile devam
etti. Ceylan’ın her filmi ulusal ve
uluslararası platformlarda birçok ödülle taçlandırıldı. 2008 Cannes Film
Festivali’nde “Üç Maymun” filmiyle en
iyi yönetmen ödülünü alırken söylediği şu sözler hala hafızalardadır: "Bu ödülü birisine adamak istiyorum.
Tutkuyla sevdiğim, yalnız ve güzel ülkeme..."
Aynı
zamanda fotoğraf sanatçısı olan Ceylan’ın filmleri görsel bir şölendir. Hemen
hemen her sahnenin estetik bir fotoğraf karesi olduğunu söylemek mümkündür. Bu
yönetmenin filmlerinde kişiler değil; görüntüler konuşur, doğa konuşur, nesneler
konuşur… Sahneler ağır ağır etkileyici bir şekilde perdeye akıtılır.
Halin dili derin bir anlatımla sunulur. İlk etapta anlaşılabilmesi çok
da kolay olmayan filmlerinde izleyici film boyunca adeta bir imtihandadır. Emile
Cioran’ ın “Acı sessizliğin gölgesinde kendi tadını
çıkarır” sözü onun filmlerinin ruhunu en iyi şekilde özetler. Her
sahnesinin bir kitap sayfası gibi iyi okunması gereken filmlerinin sonunda
aldığınız edebi tat ise kolay unutulmayacak cinstendir. İşte bu yüzden,
sinemaya çok da düşkün olmamama rağmen, Nuri Bilge Ceylan filmlerinin bende ayrı
ve özel bir yerinin olduğunu söyleyebilirim.
Bir Zamanlar Anadolu’da,
yönetmenin diğer filmleri ile kıyaslandığında kişiler arasındaki diyalogların
arttığı daha konuşkan bir film. Geçmişe gitmiyor, bulunduğumuz zamanı anlatıyor.
Oyuncu kadrosu da bir hayli geniş.
Ayrıca ortalama standartlara göre biraz uzun bir film. Yaklaşık 2,5 saat
sürüyor. Her ne kadar bazı izleyicileri
tarafından eleştirilse de tüm bunlar, Ceylan’ın bir kitap yazarı gibi özgür
davranarak; sinemada kendisini belirli kalıplarla sınırlamak istemediğinin bir
göstergesi diye düşünüyorum.
Bir
Kasaba filmi olan Bir Zamanlar Anadolu ’dada çekimler için Anadolu’nun tam da
ortası diyebileceğimiz bir yer, Kırıkkale’nin Keskin ilçesi tercih edilmiş. Bu
bölgenin dağlar tarafından çevrilmesi, bozkırlı yapısı, uzun ve kıvrımlı yolları
ve çeşmeleri ile filmin dokusuna çok uygun bir seçim olduğunu vurgulamalıyım.
Biraz araştırdığımda filmin senaristlerinden ve oyuncularından Erdal Kesal’ ın
Kırıkkale’ de yedi yıl doktor olarak görev yaptığını öğreniyorum. Bölgeyi bilen
ve bizzat yaşayarak tecrübe eden birinin filmdeki payının çok olması filmin
gerçeklik algısına katkı sağlayarak işin kıvamını daha da güzel hale getirmiş.
Tüm içtenliğimle söyleyebilirim ki sinema perdesi açıldığı andan itibaren ben
Anadolu’daydım. Anadolu’yu duyuyor,
hissediyor ve kokluyordum…
Filmde oyunculuklar üst
düzeyde. Muhtar rolündeki Erdal Kesal oyunculuk anlamında benim için zirvede yer
alıyor. Fırat Tanış ise neredeyse hiç konuşmadan bir suçlunun psikolojisini
mükemmel bir şekilde yansıtmış. Doktor rolündeki Muhammed Uzuner savcı rolündeki
Taner Birsel’e göre bir adım önde.
Komiser Naci rolü için Yılmaz Erdoğan’ın tercih edilmesini ise doğru
bulmadım. Yılmaz Erdoğan filmleri ile zihnimde oluşan portreyi Komiser Naci’ de
bir türlü silemedim. Onun yerinde tıpkı
Muhammed Uzuner gibi ekranlarda çok fazla eskimeyen bir yüz yer almalıydı.
Ceylan’ın bu filminde de
nefes kesen fotoğraf kareleri var. Filmi izlerken bu kareleri elimle çekip almak
ve bir daha da bırakmamak istedim. Acı, ölüm, çaresizlik, vicdan azabı, hüzün,
yalnızlık, umut, kader… Ve bu üç noktanın önüne sığdıramadığım birçok duygu film
boyunca etkileyici görüntüler eşliğinde izleyiciye geçiriliyor. Zifiri karanlık bir gecede kurulan
ışıklandırma sistemi ile ortaya çıkarılan, bir güz gecesi güzelliği, filmin başarısını bir kez daha ortaya koyuyor.
Bu konuda, görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin de hakkını yememek gerekir diye
düşünüyorum.
Film, işlenen bir cinayetin
sonrasında cesedin gömüldüğü yerden çıkartılıp otopsisinin yapılmasına kadar
süren yirmi dört saatlik bir zaman diliminde geçiyor. Suçunu itiraf eden iki
kişinin cesedi gömdüğü yeri göstermesi için polisin, jandarmanın, savcının
doktorun ve yardımcılarının içinde bulunduğu üç araba gece yarısı yola çıkıyor…
Sadece araba farlarının aydınlattığı bu gecede yapılan gerilim dolu uzun
yolculukta cesedin bulunup bulunulamaması ya da hikâyenin sonucu çok da önemli
değil aslında. Filmde hikâye hiçbir zaman merkeze alınmıyor. Filmin daha ilk
sahnesinde hikâyenin başlangıcının buğulu bir camın arkasında gösterilmesi bunun
bir işareti olsa gerek. Flu çekim ile gizlenen masada oturan üç insanın
aralarında neler konuştukları tam bir muamma…
Zifiri karanlıkta ceset
arama çalışmaları hızla devam ediyor. Yol, tepe, çeşme, bozkır… Bozkır, çeşme,
tepe, yol… Yol, tepe, çeşme bozkır… Her tepeyi aştıklarında umutlar daha da
tükeniyor. Top gibi bir ağaç bir tek aradıkları yeri farklı kılan. “Bana hemen top gibi bir ağaç
göstereceksin” diyor Komiser Naci Kenan’a. Ancak bulmak çok zor; çünkü her
yer birbirinin neredeyse aynısı. Tıpkı hayat gibi… Hayatın tekdüzeliği
gibi…
Umutlar tükenip, gerilim ve
sıkıntı arttıkça karakterlerin aralarındaki diyalogların arttığını görüyoruz.
Zaman zaman kendilerine doğru yaptıkları küçük yolculuklara da şahit oluyoruz.
Yollar kendi içlerine doğru kıvrılıp boğazlarında düğümleniyor sanki. Kısa bir süre de olsa Anadolu’ da bulunanlar
bilir. Burada zaman ağır ağır akar sonra da eriyip gitmiş gibi bir his verir.
Etrafın sadeliği ve zamanın kenttekinin
aksine burada yavaş işlemesi karaktelerin içsel yolculuğunu kuvvetlendiyor.
Savcı
ölen eşinin, komiser hasta çocuğunun ve mutsuz evliliğinin, doktor unutamadığı
eski eşinin yokluğunun acısını bu yolculuk da daha da çok hissediyor. Şoför Arap
Ali de ceset aranırken döktüğü gözyaşı ile derdini kendi içine akıtanlardan.
Tutuklu Kenan ise her an işlediği cinayetin vicdan azabını içinde yaşıyor. Bu
film sessiz çığlık atanların filmi…
Filmde Savcı’nın
hikâyesinin bir nakış gibi ana hikâyenin üzerine işlenmesi ve ona paralel bir
anlatım tarzı izlenmesi çok başarılı. Savcı, film boyunca bir arkadaşının eşiymiş gibi
anlattığı ölen kadının, aslında kendi
eşi olduğunu filmin sonunda kısık bir ses tonuyla fısıldıyor. Kendisinden başka kimsenin duymasını
istemezmiş gibi. Olayın etkisi ve Doktor Cemal ile aralarında geçen diyaloglar
sonucu giderek çözümlenen hikâyesinin sonunda öğreniyoruz ki bu kadın intihar
etmiş… “Ya doktor insan bir başkasını
cezalandırmak için, hakikaten kendini öldürebilir mi? Olabilir mi böyle bir
şey…?” derken kendi vicdan azabını hafifletmek istiyor sanki. Doktor’ un
yanıtı ise çok net: “Zaten intiharların çoğu, başka birini
cezalandırmak için yapılmıyor mu Savcı bey?”
Doktor Cemal diğerlerine
göre kasabaya yabancı. Ayrıca filmdeki en gizemli karakter. Diğer karakterlerin
aksine kimseye açmıyor içini. Eski eşi ile olan ve çocukluk ile gençlik dönemine
ait fotoğraflara bakarken bir tek onu izleyici görebiliyor. Ruh halinden
anılarını ve acılarını da yanına alarak Anadolu’ya kaçmış gibi bir izlenim
ediniyoruz. “Sen gençsin istediğin yere
gidebilirsin” diyen komisere “Nereye?” diye cevap veriyor bu yüzden. Kendinden de
kaçamaz ya… Bir durma biçimi değil midir yollar? Geceleyin kayalıklarda şimşek çaktığında
gördüğü yüz kabarması ile irkilen doktorun anlıyoruz ki kendisi ile yüzleşme
korkusu var. Ancak, ileriki sahnelerde bir an için bakışlarını kaçırsa da,
aynaya bakarak kendisiyle yüzleşme cesaretini gösterebiliyor. “Yıllar geçecek ama benden bir iz
kalmayacak…” mısrasını okuduğu sahnede de diğerlerinin aksine bir insan
olarak çaresizliğinin farkında olduğunu hissedebiliyoruz. Ayna burada doktorun
hakikati bulma çabasını gösteren bir sembol aslında. Aynayı filmde gözümüzün ta
içine sokan yönetmen, bize de bir ayna
tutmak istemiş belli ki…
Komiser Naci filmde en çok
konuşan karakter. Ceylan’ın en geveze filmi yakıştırması onunla haklılık
buluyor. Tam bir Anadolu insanı… Yorgun bir savaşçı… Hayatı suçluların peşinden koşmakla geçmiş,
kendi tabiriyle, her türlüsünü görmüş.
Doğuştan engelli bir çocuğu ve bu durumu kabullenemeyip sürekli isyan
eden bir eşi var. Evden kaçmak için çalışmaya devam ediyor. Sinirleri çok
yıpranmış. Zaman zaman şiddete dahi varan fevri çıkışlar yapabiliyor bu yüzden.
Ama zanlı Kenan ona çocuğunu emanet ettiğinde içi sızlayabilecek kadar yumuşak
bir kalbi var. Telefonunda “love story” melodisi çalacak kadar da
romantik aynı zamanda. Film boyunca, gülmekle ağlamak ve sevinçle hüzün arasında geziyor mimikleri. En
güzeli ise her şeye rağmen tevekküllü halini korumaya çalışması.
Filmin durak yeri Ceceli’
de köy muhtarının evi. Savcının talebiyle gecenin bir yarısı kurulan muazzam bir
yer sofrası, pişirilen bazlamalar, aniden gelen elektrik kesintisi, uçuran
rüzgâr ve ortasında gaz lambası olan çay dolu tepsiyle gelen muhtarın güzel
kızı… Kızın gaz lambasının ışığıyla aydınlanan masum yüzü onlara unutmak
istediklerini bir bir hatırlatıyor. Melek etkisi yapıyor bir nevi. Zanlı bu sahneden sonra öldürdüğü adamın
çocuğunun kendi oğlu olduğunu ağlayarak Komisere itiraf ediyor. Maktulü
gömdükleri yeri gösterebiliyor. Savcının hikâyesindeki perde de yavaş yavaş
aralanmaya başlıyor. Ancak, bu sahnede muhtarın
kızına dair yapılan “yazık olacak, yok
olup gidecek burada…” yorumuna küçük
bir eleştirim var. Filmde bu düşüncenin tezatıyla karşılanmasını en azından
sorgulanmasını beklerdim. Neye göre yok olup gitmek? Niçin yazık olmak? Bu
cümlenin neresinde esas kentte kaybolup giden
insanlar?
Olay yeri
inceleme ve otopsi sahneleri çok profesyonel. Bu konuda işin erbaplarından
yardım alınmış olmalı. Buz mavisi bir ışıkla yansıtılan otopsi odasının
soğukluğunu tam olarak hissedebiliyorsunuz. Olay yeri inceleme sahnesinde
zahiren gösterilen bir insanın öldürülerek toprağa gömüldüğü. Bâtıni anlamda
gösterilmek istenen ise, öldürülerek toprağa gömülenin, “yalnızlaştırılan ve ötekileştirilen bir
Anadolu” olduğu. Yine her ne kadar
otopsi masasına yatırılan maktul Yaşar olsa da, burada “ülkemizin ve halimizin” artık bir
otopsisini yapmamız gerektiğinin altı çiziliyor. Maktul Yaşar’ın Recep İvedik’ e
olan benzerliğinin ise bir tesadüf olmadığını düşünüyorum. Belli ki burada
popüler sinema kültürüne inceden bir gönderme var.
Savcı, komiser, polis,
jandarma, şoförler, kazma kürekçiler, hastane çalışanları, köy muhtarı…
Hiyerarşinin aynı ve farklı katmanlarında yer alan bu kişiler arasındaki iktidar
savaşı ve bürokrasinin tıkanmışlığı bastıra bastıra veriliyor filmde. Bir
gelenek haline gelmiş “Bir başkasından ne
koparsam kârdır” düşüncesi de film boyunca hâkim. Bu çemberin dışında bir tek kasaba doktoru
var. Ancak, o da otopside maktulün diri diri gömüldüğü gerçeğinin üzerini
örterek çemberin içine dahil oluyor. Doktorun yüzüne sıçrayan kanın bıraktığı
lekeden anlıyoruz ki; o da diğerlerine
benzemiş. Bu yanlış düzen ona da sirayet etmiş…
Hayat
ve ölümün yan yana bir yürüyüşü vardır. Filmde,
birçok sahnede bu yürüyüşü izlemeniz mümkün. Ortada vahşice işlenmiş bir
cinayet, parçalanmış bir aile ve babasız kalan bir çocuk var. Buna rağmen yolda
giderken manda yoğurdu ve peynirler üzerine sohbet ediliyor. Savcı ceseti Clark Gable’ a benzeterek espri
yapmaya çalışıyor. Arap Ali tarladan kaşla
göz arasında aldığı kavunları araba bagajına tam da cesedin yanına sıkıştırıyor.
Elektriği sık sık kesilen köyde yemek sofrasında en çok dönen muhabbet muhtarın
köye morg yaptırma projesi. Otopsiyi
yapacak hastane çalışanı ise önünde yatan bir ölüye rağmen alınması gereken alet
ve edevatın derdinde… Bu noktada sözü Cemil Meriç’ e bırakmak lazım diye
düşünüyorum: “Olmak ya da olmamak, hayat ve ölüm. O kadar
iç içe, o kadar kucak kucağa”.
Ölümün acısını bir tek
ateşin düştüğü yerdekiler hissediyor. Tam da ateşin düştüğü yerde bulunan
çocuğun Kenan’a attığı taş ile Komiser Naci’ nin filmin başında söylediği şu söz
zihnimde yerini buluyor. “Herkes
yaptığının cezasını
çeker, çocuklarsa
büyüklerin günahını…” Öz çocuğunun attığı bu taştan sonra,
Kenan’ın yüzünde beliren hüzün ve döktüğü gözyaşları suçlunun da bir insan
olduğu gerçeğini hatırlatması bakımından çok önemli. Dünyada
bir görünen bir de görünmeyen suçlular var. Kim bilir kimlerin kaç insanın
yarasında el izleri var? Evet, Kenan birini diri diri toprağa gömdü. Ama Savcı
Nusret ondan daha masum değildi. Nitekim
hatalı bir karar olsa da, o çektiği tetik ile intihar ederek kendi cezasını
kendisi vermek istedi. Bunu da filmin içine adeta gizlenmiş bir silah sesinden
çıkarabiliyoruz.
Ne
çok acı var… Ama hayatın her şeye rağmen devam ettiği gerçeğini filmin son
sahnesi ile bir kez daha hatırlıyoruz.
Arkadaşları, okul bahçesinde top oynarken,
babasız kalan çocuk bahçe dışına kaçan
topa vurup yoluna annesiyle birlikte devam ediyor. Kaderine boyun
eğiyor…
Kader denince aklıma “elma”
gelir. “Yaklaşma” emrine rağmen elma,
Adem ile Havva’nın kaçınılmaz kaderidir. Bir Zamanlar Anadolu’da filminin
başrolünde de bence elma var. Gözümü kırpmadan izlediğim bu sahnede, sallanan
bir ağaçtan dökülen elma, yuvarlanarak suya düşüyor. Orada suyun etkisiyle
dönmeye devam ediyor. Sonunda bir dala takılarak çürümüş elmaların arasındaki
yerini alıyor… Sular ise elmaya aldırmadan akıp gidiyor. Ebediyete kadar da akıp
gidecek. İnsanoğlu ise suların
kudretinin kendisinde olduğu zannını yenmek için yine kendisiyle savaş verecek…
Ezeli bir sır olan kaderse, Yazıcısının
emrine uyarak susma hakkını kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyecek…
Hayat akıp
gidiyor… Akıp giden zamana bir teşekkür sığar elbet. Yalnız ve güzel ülkemin iyi
yönetmenine teşekkürler.